KAPAK-Muhabbete ve Allah’ın Rızasına Gebe Muavenet

Muavenet, yardım etmek manasına gelmektedir. Yardım meselesi insani bir meseledir. İnsani olan bir hususta Müslüman daha hassas olmalıdır; çünkü Müslüman tüm sınırlarıyla hassas bir olan bir dine tabidir. Müslüman ince düşünerek kırmadan, incitmeden, sağ elinin verdiğini sol eli görmeden, arayarak, araştırarak, bularak, farkında olarak bu işi yapmalıdır. Müslüman merhamet sahibi olmalı ve zamana, mekâna, zamanın içindeki mekânın elemanlarına merhamet nazarı ile bakmalıdır.
İnsanoğlunun yaratılmış diğer varlıklardan farkı, doğruyu-yanlışı ayırt edebilecek bir akıl ve iradeye sahip olmasıdır ki bu durum insanoğlunu diğer canlılar içersinde en üstün varlık kılar.
Üstün olan insan, üstünlüğünün gereğini yapmalı ve muavenet kavramını yalnızca insanoğlu için değil, tüm canlıları kapsayacak bir bakış açısıyla görüş alanına dâhil etmelidir.
Bu konuyla ilgili Abdullah bin Câfer radiyallahu anh’ın başından geçen ve günümüze örnek olabilecek şu olaya bir bakalım:
“Abdullâh bin Câfer radiyallahu anh bir seyahat esnâsında, bir hurma bahçesine uğradı. Bahçenin hizmetçisi siyahî bir köle idi. Köleye üç adet ekmek getirmişlerdi. Bu sırada bir köpek geldi. Köle, ekmeklerden birini ona attı. Köpek ekmeği yedi. İkinciyi de attı. Onu da yedi. Üçüncüyü de attı. Onu da yedi. Bunun üzerine Abdullâh bin Câfer radiyallahu anh ile köle arasında şöyle bir konuşma oldu:
-Senin ücretin nedir?
-İşte gördüğünüz üç ekmek.
-Niçin hepsini köpeğe verdin?
-Buralarda hiç köpek yoktu. Bu köpek uzak yerden gelmiştir. Aç durmasına gönlüm râzı olmadı.
-Peki bugün sen ne yiyeceksin?
-Sabredeceğim, günlük hakkımı Rabbimin bu aç mahlûkuna devrettim.
-Sübhânallâh! Benim çok cömert olduğumu söylerler. Bu köle benden daha cömertmiş!”
Abdullâh bin Câfer o köleyi ve hurma bahçesini satın aldı. Köleyi âzâd edip hurmalığı da ona bağışladı. (Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet, s. 440)
İnsanlar, hayvanlar, bitkiler bu koca âlemde bizlere eşlik eden etinden, sütünden yumurtasından, oksijeninden faydalandığımız canlılar yüce Allah katında değerlidirler ki yaratılmışlardır. Bu yüzden değerlerinin gereğini hak etmektedirler.
Muavenet kavramı iki madde içerisinde incelenebilir. Bunlar:
1- Maddi sahada yardımlaşma.
2- Manevi hususta yardımlaşmadır.
Maddi sahada yardım için ihtiyaç sahipleri bulunacak ve yardım yapılacaktır. Yardım yapmaya da önce yakın akrabalar ve yakın çevreden başlamalı, ondan sonra ihtiyaç sahiplerinin önceliği göz önünde bulundurulmalıdır. Nitekim Rasulullah aleyhisselam şöyle buyurmuştur: “Yoksula verilen sadaka bir, akrabaya verilen ise hem sadaka hem de sıla-i rahim olmak üzere iki sadaka sayılır.” (Nesâî, Zekât, 82)
Rabbimiz ihtiyaçlı kimseleri tarif ederken şöyle buyurmaktadır: “(Sadakalar) Kendilerini Allah yolunda adayan fakirler içindir ki, onlar yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremezler. İffetlerinden dolayı, tanımayanlar onları zengin sanır. (Ama) Sen onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler. Hayırdan her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.” (Bakara, 273)
İhtiyaç sahipleri iyice araştırılmalı, bu işe Allah’ın nuru ile bakılmalıdır. Allah azze ve celle sonsuz ikram sahibidir. Yapılan yardımların ecrini verir. Malı bereketlendirir. Hz. Ali radiyallahu anh’ın başından geçen bir olay bize Allah’ın rahmetini bir kez daha göstermektedir.
Hz. Fatıma radiyallahu anha iştahsız olmuştu. Hz. Ali, Hz. Fatıma’nın hane-i şeriflerine teşrif edip “Ya Fatıma! Dünya tatlılarından gönlün ne istiyor?” diye sordu. Hz. Fatıma “Ya Ali, nar istiyorum.” buyurdu. Hz. Ali efendimizin yanında hiç para yoktu. Uzun uzun düşündü. Sonra kalkıp çarşıya gitti. Borç para buldu ve onunla bir nar satın aldı. Eve giderken yol kenarında bir ihtiyar hasta gördü. Hz. Ali efendimiz o ihtiyara yaklaşıp “Gönlün ne istiyor?” diye sual buyurdu. O da “Ya Ali! Beş gündür buraya atılmış duruyorum. İnsanlar geçip giderler. Kimse bana iltifat etmez. Benim canım nar istiyor.” dedi.
Hz. Ali efendimiz “Eğer bu elimdeki narı bu ihtiyara verirsem, Fatıma narsız kalacak. Eğer buna vermezsem Cenab-ı Hakk’ın ayet-i celilesine “Ve dilenciye gelince, (onu) azarlama” (Duha, 10) ve Rasulullah Efendimizin ‘La ateruddüsseeile velev kane ale fersin’ emirlerine muhalefet etmiş olurum” diye düşündü ve narı ihtiyara verdi. İhtiyar şifa buldu. Hz. Fatıma validemiz de evde şifa buldu. Hz. Ali efendimiz, Fatıma’dan hayâ ederek hane-i saadetine geldi. Hz. Fatıma, Hz. Ali efendimizi görünce O’nu ayakta karşıladı. Narın hadisesini öğrenince:
“Ya Ali! Sen üzülme; Allah Teâlâ’nın izzet ve celaline yemin ederim ki sen o ihtiyara o narı verdiğinde gönlümde, nara karşı olan iştah gitti” dedi. Hz. Ali, O’nun bu sözleri ile ferahladı. O anda bir kimse gelip Hz. Fatıma’nın kapısını çaldı. Hz. Ali efendimiz “Kimsin?” diye sual buyurduklarında “Aç kapıyı, ben Selman-ı Farisi’yim.” diye ses geldi. Hz. Ali kalkıp kapıyı açtı ve Selman radiyallahu anh içeri girdi. Elinde, üzeri mendille örtülü bir tabak vardı. O tabağı Hz. Ali’nin önüne koydu. Hz. Ali efendimiz “Bunu kim gönderdi?” dedi.
Hz. Selman “Bunu Allah Teâlâ hazretleri Rasulullah’a gönderdi. Nebi aleyhisselam da zat-ı şerifinize gönderdi.” buyurdu. Hz. Ali efendimiz tabağın örtüsünü açtı. Baktı ki, tabakta dokuz tane nar var. Ardından buyurdular ki: “Yâ Selman! Bu getirdiğin bana olsa on olurdu. Çünkü Hakk Teâlâ “Kim bir iyilik ile gelirse onun için on misli vardır.” (En’am, 160) buyuruyor, bu ise ona uymuyor dedi. Selman tebessüm ederek, sakladığı bir narı da çıkarıp tabağa koydu. Ve “Yâ Ali! Allah’a yemin ederim ki bu narlar on idi. Fakat ben seni tecrübe için bir tanesini saklamıştım.” buyurdu. (Ka’bül Ahbar’dan rivayet olunmuştur. Mekasıdut Talibiyn, s. 300)
Bize emanet olan, bizim olmayan bedenlerle, kendimizin olmayan malları Allah’ın rızasını kazanmaya adayarak ebedileştiriyoruz. Rasulullah aleyhisselam şöyle buyurmaktadır: “Müslüman, Müslümanın kardeşidir; ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, onu küçük görmez.” (Müslim, Birr, 32); “Mü’minler bir binanın tuğlaları gibi birbirine bağlıdır.” (Müslim, Birr, 65)
Hadisi şeriflerden anlıyoruz ki Müslüman, Müslüman kardeşine yardım etmekle mükelleftir. Yardım yaptıktan sonra da İslam gibi hassas bir dinin mensubu olarak hassas davranmak zorundadır. Örneğin bir Müslüman bir başka Müslümana zekât borcunu verdiğinde o kişiyi, Allah’a olan borcunu ödemede vesile olan bir kardeşi olarak görecek, incitmeyecek, minnet altında bırakmayacaktır. Bu mükellefiyetin, bu hassasiyetin meyvesi de kardeşlik ve samimiyettir. Toprağa ekilen tohumu ise îsardır; yani Müslüman kardeşini kendine tercih etmek ferasetini gösterebilmektir.
“Nasıl bir binanın tuğlaları, taşları, üst üste geliyor, birbirine kuvvet veriyor, birbirine yaslanıyor ve bir bina meydana geliyorsa işte mü’minler de aynı bu binanın taşları gibidirler. Mü’minlerin birbirlerine yaptıkları her bir yardım ümmet binasını biraz daha kuvvetlendirmekte ve ümmet binasına mukavemet gücü vermektedir.”
Manevi hususta yardım ise iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak çerçevesinde olur ki Rabbimiz bu hususta şöyle buyurmaktadır: “İyilik ve (Allah’ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.” (Maide, 2)
Manevi hususta yardımda öncelikli olarak dinen bilinmesi gereken bilgiler öğretilmeli, nasihatler edilmeli, bir hata yapıldığı zaman o kimse yalnız bırakılmamalı, hatasından dönmesi ve tevbe etmesi için yardımcı olunmalı, o kimsenin iyi bir Müslüman olması adına elden gelen bütün gayret gösterilmelidir.
Rasulullah aleyhisselam şöyle buyurdu: “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et.” Birisi “Ey Allah’ın Resulü! Eğer mazlum ise yardım ederim, ancak zalimse ona nasıl yardım edeceğim?” dedi. Bunun üzerine Rasulullah şöyle buyurdu: “Onu zulümden uzaklaştırırsın veya onun zulmüne engel olursun. İşte bu ona yapacağın yardımdır.” (Buhari, İkrah, 7)