KAPAK – Öncü Nesillerin Kadim Sığınağı “Hablullah ve İslamî Şahsiyet”

Allah insanı şerefli bir varlık olarak yaratmıştır.[1] Üstün özelliklerle donattığı insanı da başıboş bırakmamış[2], ona doğru yolu göstermiş[3], onu hidayet yollarına iletmiştir. İnsana hikmet vermiş, basiret ve firaset vermiş, akıl ve kalp vermiş ki nereden gelip nereye gittiğini unutmasın diye. İmtihan için geldiğimiz[4] bu dünyada, insanın her türlü aşağılık durumlardan muhafaza olmasını sağlayacak sebepler yaratmıştır. İnsana, bu sebeplere sarılırsa cennete gideceğini müjdelemiş, aksi halde insan için azap ile karşılaşacağı ebedi bir yurdu haber vermiştir.
Dünyaya gelişimiz bir imtihandır. Bu yüzdendir ki karşımıza iyi ve kötü her şey çıkacaktır. Bizler cüz’i irademiz ile yaptığımız seçimlere göre yargılanacak ve ebedi yurdumuzda bu hesaba göre işlem göreceğiz. Bu imtihandan yüz akı ile çıkmamızın tek bir yolu vardır ki, o da Allah’a ve O’nun buyruklarına sorgusuz sualsiz teslim olmamızdır. Bunun içinde Allah kullarına, kitap ve kitabın uygulayıcısı peygamber göndermiş ve bu iki yol göstericiye sıkıca sarılmamızı emretmiştir. Nitekim Allah Teâlâ, Âl-i İmran suresi 103. ayette şöyle buyurmaktadır. “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın…” Peki, nedir bu Allah’ın ipi, yani “Hablullah”? Bu ipe nasıl tutunulur, nasıl sımsıkı bağlanılır? Ne yaparsak, nasıl yaparsak ipe tutunmuş oluruz? Şimdi bu sorunun cevabını arayalım hep birlikte.
Sorular Cevapları İçinde Barındırır
Allah’ın ipine, hablullaha sarılmayı birkaç ayet üzerinden açıklamaya çalışalım.
1) Nisa, 136: “Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr eden kimse iyice sapıtmıştır.”
Hablullaha sarılabilmenin birinci şartı kişinin Allah’a inanması ve temel anlamda inanılacak diğer itikadî hükümlere de inanmasıdır. Yani kısaca imanın şartlarını yerine getirmesidir. Öncelikle bakacağımız yer burasıdır, Allah’a karşı imanımızın ne kadar olduğu meselesidir. Allah’a iman etmenin, sadece ‘iman ettim’ demekle olmayacağı aşikârdır.[5] İman ettiğimizi gösterir bir takım fiiller ortaya koyabilmemiz lazımdır ki, iman bir iddia ise ispatı ameller olsun. Amel yoksa sadece dil ile ‘iman ettim’ demek bizi nerede, ne kadar kurtarır, meçhuldür. Dikkat edelim.
2) Tahrim, 8: “Ey iman edenler! İçtenlikle ve kararlılık içinde Allah’a tevbe edin. Umulur ki rabbiniz kötülüklerinizi örter ve sizi altından ırmaklar akan cennetlerine koyar.”
İkinci olarak insan, yapıp ettiklerinden dolayı tevbe ve istiğfara sarılacak. İman ettikten sonra insan, hayatının herhangi bir noktasında bilerek ya da bilmeyerek işlediği günahlara nasuh tevbesi ile bir daha dönmemek üzere tövbe edecek ki, Allah’ın ipine sarılmadaki halis niyeti açıkça belli olsun. Yoksa günaha devam ederken nasıl olur da Allah’ın kurtuluşa ermemiz için yeryüzüne indirdiği Kur’an ipine sarılabiliriz? Bundan dolayıdır ki tevbeye aralıksız devam etmek gerekir kardeşlerim.
3) Taha, 75: “Yararlı işler (salih ameller) yapmış bir mü’min olarak onun huzuruna çıkan kimseler için ise üstün dereceler vardır.”
Kur’an’da iman edenlerin en büyük özelliklerinden bir tanesi de ‘salih amel işleyenler’ olarak isimlerinin zikredilmesidir. Yani iman öyle bir şeydir ki, hemen yanında salih amelleri görmek gerekir. Tabiri caizse iddiamızın ispatını sorar Allah Teâlâ. Bundan dolayıdır ki mü’minin en büyük vazifelerinden biri de ferdî ve içtimaî hayatlar adına güzel ve yararlı işlerini artırmaktır.
4) Bakara, 286: “Allah hiçbir kimseyi, gücünün yetmediği bir şeyle yükümlü kılmaz…”
Allah’ın ipine sarılmanın olmazsa olmaz dördüncü şartı ise gücümüz ölçüsünce bildiklerimizi uygulamaktır. Zira Allah bize gücümüzün üzerinde bir yük yüklemiyor ama gücümüz dâhilinde olanları da kararlılıkla yapmamızı emrediyor. Bu noktada bizlere de yardımcı olacağına dair vaadde bulunuyor.[6] Madem bu hayattayız, mademki nefes alıyoruz, o halde bu hayatı İslam üzere bilinçli bir şekilde yaşamak gücümüz dâhilindedir. Hakikat ise bu ayetin gereğini yerine getirmektir.
5) Ahzab, 36: “Bir mü’min erkek veya bir mü’min kadının, Allah ve resulü bir emir ve hüküm verdiklerinde artık işlerinde bundan başkasını seçme hakları olamaz. Allah’ın ve resulünün emrine itaat etmeyenler doğru yoldan açıkça sapmışlardır.”
Allah’ın ipine sarılabilmenin diğer bir şartı da Allah ve resulünün sözü üzerine söz söylememektir. Bir konuda bir hüküm verilmiş ise ona itaat etmektir. Ya da herhangi bir konuda anlaşmazlık olursa onu Allah’a ve resulüne, yani kuran ve sünnet hükümlerine götürmektir.[7] Yok efendim şöyleydi, yok efendim şu zorluklar vardı diyerek kendimizi bile inandırmakta güçlük çektiğimiz sözlerimizle nasıl Allah’a mazeret beyan edeceğiz. Yok öyle kaçmak, sen Müslümansın kardeşim, kendine gel, Allah’a teslim olmak senin ruhunda var.
6) Âl-i İmran, 160: “Allah size yardım ederse artık sizi yenecek hiçbir kimse yoktur; eğer sizi yardımsız bırakırsa O’ndan sonra size kim yardım edebilir? Mü’minler yalnız Allah’a güvensinler.”
Hablullaha sarılabilmenin altıncı şartı ise yalnızca Allah’a tevekkül etmektir. Elbette ki bir mü’min yapacağı işte elinden gelen gayreti sarf eder çalışır çabalar ve sonra Allah’a tevekkül eder. Zaten gerçek tevekkül de budur. Bazılarının anladığı manada tevekkül ‘armut piş ağzıma düş’ değildir. Zaten bu halden de ictinab eder Allah eri olan yiğitler.
7) Maide, 54: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki Allah öyle bir kavim getirecektir ki Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı vakarlıdırlar; Allah yolunda cihad ederler ve hiç kimsenin kınamasından korkmazlar. İşte bu Allah’ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah’ın lütfu geniştir; O, her şeyi bilir.”
Yiğit olan yiğit, yiğitliğine hiçbir şart ve zeminde halel getirmez, getirmemeli. O tedbiri elden bırakmadan, gösterişe ve riyaya düşme endişesi içinde olarak, İslam’ın gür sesi olmak için önüne çıkan maddi manevi engellere takılıp kalmaz, onlara aldırmaz. Tek başına da kalsa asla sesini zillete bürümez. Zira İslam zilleti kabul etmez. O izzetlidir. Haykırır gerçekleri dünyanın paslı kulaklarına.
8) Saf, 10-11: “Ey iman edenler! Size, elem verici azaptan kurtaracak bir ticareti göstereyim mi? Allah’a ve resulüne iman edersiniz, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad edersiniz. Bilirseniz bu sizin için çok hayırlıdır.”
Hablullaha sarılmak için ele alacağımız sekizinci ayetimizde ise, Allah mü’min gönüllerden bütün kuvvetleri ile elinden geldiği kadar cihadı istemektedir. O halde bize de düşen, gücümüz hangi cihada yetiyorsa ya da zaman hangi cihadı emrediyorsa onunla amel etmektir. Bütün mü’minler, cihada zaman mı lazım, uykularından kısıp koşabilmeli; mal mı lazım, bir öğün az yiyip verebilmeli; can mı lazım, zaten hedefimiz şehidlik değil mi deyip var gücüyle bedenen hazır olabilmeli. Ey mü’min gönül, sen zaten cihad eri değil misin, türü fark eder mi? Her an hazır ve nazır, her an teyakkuzdasın zaten.
9) Âl-i İmran, 104: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”
Son olarak da Hablullah için birbirimizi uyarma, sakındırma ve teşvik görevimiz olduğunu unutmayacağız. Çünkü kurtuluş buradadır. Âl-i İmran, 102: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa, öylece sakının ve siz ancak Müslümanlar olarak ölün.” ayeti gereğine ulaşıncaya kadar Müslüman çalışacak, çabalayacak ve cihad edecektir.
Peki, Bu Ayetleri Kim Uygulayacak?
Buraya kadar Allah’ın ipine sarılmanın yollarını, yine Allah’ın ayetlerinden hayatımıza rehber olacak ayetlerle dile getirmeye çalıştık. Ancak, bir de bize bu ayetleri uygulayacak, esnetmeden, eğip bükmeden hayatına aktaracak şahsiyetler, İslamî bir kimliğe sahip olan, yürekli mü’min gönüller lazım olacak. Zira bu ayetleri hayata uygulamak bir kenara, okumanın ve anlamanın bile cazip olmadığı bir dönemde bu şahsiyetler çöldeki su misali gibidir. Bulan hemen ona yapışsın, onu arkadaş edinsin, bırakmasın. Allah bu şahsiyetlerin sayılarını artırsın (âmin). Artırsın ki şahsiyetli mü’minler şahsiyetli toplumları, şahsiyetli milletleri oluşturabilsin.
Bize Düşen Vazife!
Mü’min gönüllere düşen vazife ise öncelikle bu ayetlerin gereğini yerine getirebilmek için İslamî bir kimliğe sahip olabilmektir. Bunun için gereken gayreti göstermektir. Cesur olmaktır. Cömert olmaktır. Atılgan olmaktır. Mü’minlere hoşgörülü, kâfire karşı izzetli olmaktır. Tağutlara boyun eğmeden, onların muhakemelerine ve kınamalarına takılmadan, onların süslediği bu hayata kanmadan hedefe doğru kilitlenebilmektir. Nasıl ki ömrümüzün sona ereceğine, ölümün bizi de bulacağına inanıyor ve iman ediyorsak, İslamî bir kimliğe sahip olmadan, İslamî bir yaşantıya sahip olmadan, bu ayetleri hayatımıza uygulamamız zorlaşacak ve hatta bazen imkânsızlaşacaktır. Şahsımıza zorlaşan bu ayetleri ve hadisleri nasıl olur da başkalarına ‘aman ha şu şu ayet ve hadisleri hayatınızda uygulayın, dikkat edin’ diye gönül rahatlığı ile söyleyip anlatabiliriz? İnsan elbette nisyan ile maluldür. Ancak bu nisyan devamlı surette olursa asıl sıkıntı o zaman başlayacaktır. Biz de İslamî kimliğimizi ön planda tutarak, nisyana düşmeden -düşersek de Tahrim suresi 8. ayetin gereğini yerine getirerek- bu hayatta örnek ve öncü olmak zorundayız.
Unutmayalım ki, ben İslamî bir şahsiyete sahip olursam aynı zamanda örnek ve öncü olmuş olurum ki zaten son hedef de bu değil midir?
makifcelik84@gmail.com
[1] İsra, 70.
[2] Kıyamet, 36.
[3] İnsan, 3.
[4] Mülk, 2.
[5] Ankebut, 2.
[6] Maide, 16.
[7] Nisa, 59.