Uluslararası Al Buhari Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Serdar DEMİREL ile Malay dünyası, üniversite, İslami eğitim, gündem ve tarih hakkında konuştuk.

Uluslararası Al Buhari Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Serdar DEMİREL ile Malay dünyası, üniversite, İslami eğitim, gündem ve tarih hakkında konuştuk.

Bismillahirrahmanirrahim

Selamun aleyküm hocam;

Ve Aleykümselâm

Bir Anadolu insanı olarak Malezya’da bir üniversiteye -Al Bukhary İnternational University- rektör olmak sizin için nasıl bir durum. Bu bir tercih mi yoksa vazife midir?

Şimdi doğrusunu isterseniz Malay dünyasıyla ilgili ben hep ilkleri yaşayan bir insanım. Osmanlı döneminde Malay dünyasıyla çok güçlü ilişkiler geliştirilmiş. Ta 16. yüzyıldan itibaren zaman zaman yoğunlaşıp zaman zaman zayıflamış; ama II. Abdülhamid zamanında ilişkiler tekrar geliştirilmiş. O derece ki Enderun’dan buraya gelinler gönderilmiş. Malay dünyasından Osmanlı sarayına, Osmanlı askeri okullarına öğrenci gönderilmiş ve eğitimlerinden sonra buraya geri dönmüşler. Yoğun ilişkilerin olduğu bir dünyadan bahsediyoruz. Mesafeler uzun da olsa ilişkiler devam ediyormuş. Fakat Cumhuriyet’ten sonra ilişkiler maalesef bıçakla kesilir gibi kopmuş. Çünkü Türkiye’ye yeni bir vazife dayatmışlar. Bundan sonra doğuya bakmayacaksın, İslam dünyasıyla ilişki kurmayacaksın demişler. Önce sınırları çizmişler sonra bu sınırları zihinlerimizde tahkim etmişler.

Malezya’ya ben 2001 yılında Malezya Uluslararası İslam Üniversitesine (İİÜM) doktora yapmaya gelmiştim. 2005 yılında mezun oldum. 8 yıl orada hocalık yaptım, doçentliğimi orada aldım. Sonra Türkiye’ye Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesine (FSM) döndüm. Dönerken biz burayla ilişkilerimizi kesmedik. Buradaki networklarımızı kullanarak biri Türkiye’de biri burada iki merkez kurduk. Bu merkezin ismi Osmanlı-Malay Dünyası Çalışma Grubu. Bu bir ilkti. Hamdolsun bu ilki gerçekleştirmek bize nasip oldu. Şimdi bu merkezlerden biri FSM’de diğeri de İİÜM çatısı altında devam ediyor. Çok yakında FSM’deki merkez Mehmet Özay’ın “Açe Tarihi-1” isimli çalışmasının ilk cildini çıkartacak. Arkasından da inşallah 2. cilt çıkartılacak. Bu anlamda bu bir ilkti.

Benim Al Buhari Uluslararası Üniversitesine (AİU) gelmeme gelince, bu bir görevlendirmeydi. Çünkü TÜRGEV, Al Buhari Vakfı’yla bir anlaşma yaptı. Bu anlaşma gereğince TÜRGEV, AİU’nun yönetimini devraldı. TÜRGEV’le AİU bizim buraya gelip böyle bir görev almamızı teklif etiler. Bu yüzden ilk önce İbn Haldun Üniversitesine, sonra da buraya geldim. Bu manada bu benim için bir vazifelendirmeydi.

Gelmemin sebebi ise bu üniversiteye biçilen misyondur. Bu misyon İbn Haldun Üniversitesi ile paraleldir. Bu anlamda biz, aynı vizyonla Malay dünyasında eğitim faaliyetlerinde bulunmak, dünyanın dört bir tarafından öğrenci getirip yetiştirmek, bunları kendi toplumlarında faydalı kılmak, aynı zamanda Türkiye ve Malay dünyasının ilişkilerine katkıda bulunacak bir nesil yetiştirmek üzere buraya geldik.

Hocam affınıza sığınarak bölüyorum. ‘Malay dünyası’ diyoruz. Malay dünyası sadece Malezya’yı içermiyor değil mi?

Elbette… Malezya Malay dünyasının önemli bir parçası. Malezya’nın nüfusu 28 milyon. Ancak Malay dünyasının nüfusu 300 milyon civarında. Periferisiyle bu nüfus 500 milyondur. Endonezya 250 milyon nüfusuyla önemli bir parçadır. Singapur, Tayland’ın güneyi, özellikle Patani Yâla böylesi, Burunei, Filipinlerin önemli bir kısmı bu nüfusu oluşturur. Dolayısıyla bu bölge Malay dünyasının önemli bir bölümü ve periferisidir. Nasıl bir Türk dünyası varsa, Arap dünyası varsa -her ne kadar farklı ülkelere bölünse de- bir de Malay dünyası vardır.

Malezya ve Pakistan’daki eğitim tecrübelerinize bakarak ülkemizdeki İslami ilimler eğitimi nasıldır, kıyaslayabilir miyiz?

Şimdi İslami ilimlerde Türkiye’de Cumhuriyet sonrası -özellikle 1940-50’lerden sonra- kurulmuş ilahiyat fakültesi vardı ve bu fakülteden çoğalan ilahiyat fakülteleri vardı. Bunlar tabi dönemin siyasi politik tercihlerini de yansıtan özelliklere sahipti. Buralarda çok iyi ilahiyatçılar da yetişti fakat nihayetinde bu model Türkiye’ye hastı ve farklı modellerin oluşmasına uygun değildi. Son zamanlarda, özellikle Ak Parti ile beraber farklı modellere de izin verilmeye başlandı ve birçok ilahiyat fakültesi, İslami ilimler fakültesi haline getirildi. Bu fakültelerin bir kısmı eğitim dilini Arapça olarak oluşturdu. İbn Haldun’da da Arapça, İngilizce ve Türkçe eğitim dili olarak belirlendi.

Dolayısıyla Türkiye’de İslam âlemindeki bu tecrübelere benzer, Pakistan ve Malezya’daki uluslararası İslam üniversiteleri gibi çok dilli, çok kültürlü, çok hoca kadrolu ve çok farklı öğrenci kadrosuna sahip modeller oluşmaya başladı. Müfredatta da konseptte de değişiklikler var. Önceden ilahiyatlar daha çok Türkiye’deki ilahiyat ihtiyacını gidermeye yönelikken şimdi bu dar gömlek yırtılıyor. Sadece Türkiye’ye değil tüm dünyaya ilahiyat anlamında hizmet vermeyi planlıyor.

Ama bunun için de yapısal problemleri gidermelisiniz. Burada eğitim dili ve öğrenci profili çok önemlidir. Dünyanın 4 bir tarafından öğrenci getirmelisiniz. Bunu yapabilmek için ümmetin ilmi, akademik, entelektüel birikimini de bu potada biriktirmeniz gerekmektedir. Bunun için de dünyadaki başarılı ilahiyatçılar ülkemize davet ediliyor. Şu an Suriye, Yemen, Irak, Mısır’daki krizlerden kaçan, ülkelerinde barınamayan âlimler, akademisyenler Türkiye’ye geliyor. Bunların istihdam edilmesi önemli. Ve tabi ki son yıllarda Türkiye’nin cazibe merkezi haline gelmesi… Ki güç kaymasını ilk fark edenler akademisyenlerdir. Bu güç kaymasının fark edilmesinden dolayı Türkiye’ye doğru bir ilgi oluşmaktadır. Fırsatı bulan akademisyenler Türkiye’ye gelmektedirler ve gelmek için sıra beklemektedirler. Bu güç kayması sadece ilahiyat alanında değil farklı disiplinlerde de böyledir. Türkiye’nin hala bu kadar yoğun entelektüel akımı kaldıracak yapısal bir takım sorunları vardır.

Devletin 2023, 2053 gibi vizyonları bu talebi artıracak gibi duruyor.

Elbette, biliyorsunuz cumhurbaşkanının öncülüğünde Türkiye’de bir uluslararası İslam bilim üniversitesi kuruluyor şu anda. Uluslararası karakterini taşımak demek, bir üniversiteye uluslararası karakter rolü biçmeniz demek oranın her düzeyde uluslararası olması demektir. Bu bir iddia, bir etiket değil bir keyfiyettir. Bir yeri uluslararası yapacaksanız burayı uluslararası karaktere büründürmeniz gerekir. Bu yapısal anlamda, öğrenci profili anlamında, hoca anlamında ve akademik programlarda böyledir. Dolayısıyla bu Türkiye için son derece hayati öneme sahiptir. Bence geç kalınmıştır; ama malum olduğu üzere 17-25 Aralık süreciyle hükümeti yargı darbesiyle indirme planı, arkasından gelen 15 Temmuz darbe girişimi bu projeyi biraz geciktirdi. Devlet bu saldırıları atlatınca yeniden bu proje üzerine yoğunlaşmaya başladı ve bu son derece sevindiricidir.

Bu üniversite Malezya ve Pakistan İslam üniversiteleri ile kardeş mi olacak yoksa müstakil mi olacak?

Uluslararası olma özelliği yönüyle benzer karakterde olacaktır ama siz bir uluslararası üniversitesi kuracaksanız onun yerel bir ayağının olması mecburidir. Eğitim dili olarak İngilizce, Arapça ve Türkçe olacaktır. Gelen öğrencilerin de yereli tanıması gerekecektir. Buraya gelen öğrenci ve hocaların Türkiye ve kendi ülkeleri arsında köprü kurabilmeleri için Türk dilini ve kültürünü bilmesi gerekecektir. Bunun için de Malezya kendi yerelliği ile, Pakistan kendi yerelliği ile ilişkilendirirken Türkiye de bunu kendi yerelliği ve iddialarıyla ilişkilendirecektir.

Biraz konuyu değiştirirsek, son zamanlarda yoğun biçimde Kur’an’la sünnetin tefrik edilmeye çalışıldığını görüyoruz. Kendini Kur’ancılar olarak da tanıtan bu grubun menheci nedir, nereye doğru gider?

Bu maalesef uluslararası bir projedir. 1885 yılı civarında özellikle İngilizlerin işgal ettiği Hindistan’da ortaya çıkarılmış modern bir akımdır. İslam tarihinde böyle bir akım göremiyoruz. Yani Hz. Peygamber, sahabe, tabiin ve sonraki asırlarda Hz. Peygamberin dindeki yerini ve bağlayıcılığını inkâr eden hiçbir topluluğa, mezhebe, fırkaya hatta bidat fırkalara bile rastlayamıyoruz. Allah Resulünün otoritesi, bağlayıcılığı dindeki müşterek noktalardandır. Ama özellikle 1885’ten sonra özellikle Hindistan’da Seyyid Ahmed Han’ın ortaya attığı modern bir iddiadır bu. Bunların amacı Kur’an-ı Kerim’i Allah resulünden soyutlayarak okuma yapmak, bir anlamda modern okumanın nesnesi kılmaktır.

Çünkü Kur’an’ı inkâr eden hiçbir hareketin Müslüman dünyasında tutunma şansı olmadığına göre Kur’an’ı kendi dünya görüşlerine göre yeniden okumak zorundalardır. Bunun önündeki en büyük engel sünnettir. Çünkü Allah resulü bunun anlamını bize hem teorik anlamda hem pratik anlamda göstermiş ve açıklamıştır. Dolayısıyla Allah’ın ayetlerinin murad-ı ilahinin zıddında tevil edilmesinin önündeki tek garanti Allah resulüdür. Eğer Allah resulü Kur’an’ı anlamada izole edilirse Kur’an’a Kur’an’ın mesajının tam tersinde anlamlar yüklenebilir.

Mesela Kur’an, Lut kavminin yaptığı lanetli homoseksüel eylemleri reddederken sünneti devre dışı bırakarak bunu İslam’da kabul ettirebilirsiniz. Ve bunu yapıyorlar. Şimdi Avrupa’da, özellikle Hollanda’da homoseksüellere özgü mescidler yapıyorlar. Sünneti dışladığınızda faizi helal kılabiliyorsunuz. Sünneti dışladıklarında namaz, hac anlamını yitiriyor. Temel ibadetler bile anlamını kaybediyor. Siz sünneti devre dışı bıraktığınızda haccınızı nasıl yapacaksınız, namazı nasıl kılacaksınız, nasıl evleneceksiniz?

Dolayısıyla İslam hayatınızın her alanına hitap eden bir din. Onu tüm hayata hitap etmekten çıkartmanın, onu modern ve postmodern dünya görüşünün nesnesi kılmanın yöntemi sünneti devre dışı bırakmaktır. Bir takım Müslümanlar gerçek İslam budur diyerek buna inanmış olabilirler ama bunların önderlerinin bu kadar masum olduğuna inanmıyorum. Hatta ve hatta bu işin arkasındakilerin tam anlamıyla bilinçli hareket ettiklerini söylüyorum. RAND Corp. 2003 raporuna baksınlar, Müslümanları böl yönet taktiğinin nasıl adım adım uygulandığını açık ve net şekilde göreceklerdir.

Dolayısıyla bu İslam’a, Müslümanların geleceğine kurulmuş bir tuzaktır. Siz Allah resulünü reddettiğinizde her şey anlamını kaybeder. Mesela ezan dediğiniz şeyin bir anlamı kalmaz. Yani ezan İslam’ın şiarlarındandır. Ezanı nereden öğreniyorsunuz, sünnetten. Kur’an’da ezan var mıdır? Bu derece önemlidir bu mesele. Onun için bu hareket İslam’a bilinçli olarak kurulmuş bir tuzaktır. Müslümanların bu tuzağa düşmemeleri gerekir. Eğer bu tuzağa düşerlerse siyasal davalarını da kültürel iddialarını da kaybederler.

Modernistlerden ve onlara yakın çevrelerden “eleştirel bakış, sorgulama” kelimelerini özellikle hadisler için çok duyuyoruz. Hadisler bugüne kadar hiç sorgulanmamış mı ki?

Sorgulama dediğimiz şey nedir? Ben bir Müslüman perspektifinden olaya yaklaşayım. Gayrimüslim perspektifinden de olaya yaklaşabiliriz ama bu soruyu yöneltenler Müslüman olduğu için Müslüman perspektifinden olayı açıklayım.

Sorgulamak nedir? Bize Allah resulünden bir haber geliyor. Deniliyor ki Allah Resulü böyle dedi, veya Allah resulü bunu yaptı. Haber kimden geliyor, Allah Resulünden. Biz burada sorgularız, neyi? Bize ulaşan haber Allah resulünden midir, değil midir? Sorgulamak demek bize gelen haberin Allah Resulüne ait olup olmadığını belirlemek içindir. Bunun için de belirlenmiş biricik yöntemler vardır. Senet tenkiti vardır, metin tenkiti vardır.

Biz bu haberin Allah Resulünün sözü olduğunu tespit ettikten sonra bir Müslüman olarak bize düşen itaat etmektir. Nasıl ki Kur’an Allah’ın sözüyse, biz Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğuna iman ettikten sonra onu murad-ı ilahiye göre anlamaya çalışıyorsak, murad-ı resulullahı da anlamaya çalışıyoruz. Bunun da kendine has usulü vardır. Sorgulamak buysa ki buna biz Müslümanlar olarak itiraz etmeyiz, zaten bu bizim ilmi geleneğimizin bir parçasıdır. Ama yok sorgulamak Allah resulünün ne deyip ne demeyeceğini ona öğretmekse ki bu terbiyesizliktir ve imanla bağdaşmaz, böyle bir sorgulamayı bir mü’min kabul edemez.

Bir nevi kendini peygamber yerine koymak oluyor.

Yani diyor ki “Allah resulü böyle diyemez.” Neye göre diyemez? Modern algıya göre diyemez, senin modern algın evrensel bir algı değildir ki! Modern algı da dönemsel bir algıdır. Bugün yerine postmodern algı geçiyor. Bunun yerine de daha sonra başka bir algı geçecektir. Geçici bir algıyı nass’a hakem kılıyorsunuz ve nass’ı buharlaştırıyorsunuz, yapı bozuma uğratıyorsunuz. Böyle bir şeyin kabulü mümkün olamaz.

Dolayısıyla vahiy -Kur’an-ı Kerim ve Allah resulünün sünneti- vakıayı değiştirmek, vakıada tevhide uygun, peygamberlerin geleneğine uygun hakikatleri de teyit etmek üzere gelmiştir. Yani bir hakikati teyit ederken bir yanlışı da değiştirmek için gelmiştir. Eğer vahiy yanlışı değiştirmeyecekse bu işin anlamı ne olur ki? Bırakalım bu değişime filozoflar karar versin. Bırakalım siyasalla alakalı her meseleye siyasal bilimciler karar versin, insan psikolojisiyle alakalı mevzulara onlar karar versin. Hayatı kompartımanlara bölmek… İşte bu, İslam’ın bize öğrettiği bir şey değildir.

Hocam biraz provakatif bir soru olacak belki ama… Fakihlerin görevi İslam hukukunu usulünce yazmaktır. Bir kişinin fakih olabilmesi için gerekli şartlar bellidir. Günümüzde kanunları milletvekilleri görev olarak yazmaktadırlar. Milletvekili olma şartları da anayasa madde 76’da sayılmıştır. Şimdi objektif bir kıyas yaparsak kanun yapımında hangi kriterler daha güvenilirdir?

Şimdi Müslüman fakihler kanun yazmıyor, içtihat yapıyor. Arada bir fark var. İçtihat yaparken siz Kur’an’la sünneti temel alıyorsunuz. Kur’an’la sünnetin direk hükümlerinin olduğu yerler var, oraya hiçbir fakih müdahale edemez. Kur’an’la sünnetin direk hüküm koymadığı ama anlam bütünlüğü içinde veyahut illet birliği üzerinden çıkarılabilecek anlamlar vardır, hayatta değişen olgulara karşı. İşte burada fakih devreye girer. Fakih, değişip dönüşen hayatın kalbinde kalarak o değişip dönüşen olguları İslami perspektiften yönlendirmek için, o değişimlere İslami perspektiften yön vermek için vardır. Bu bir içtihattır tabi.

Ancak İslam’ın siyasi anlamda hâkim olmadığı dönemler ve coğrafyalar vardır. Müslümanlar bunu o yerlerde tatbik edemeyebiliyorlar. Bu da bir realitedir. Dolayısıyla seküler laik sistemlerin hâkim olduğu nizamlar vardır. Hal böyle olunca Müslümanlar ne yapacaktır? Bu aslında son yüzyılda en çok tartışılmış mevzulardandır. Bu konuda çok az sayıda ulema bu süreçlerin tamamen dışında kalmanın doğru olacağını söylemiştir. Ama çoğu “bir şeyin tamamı elde edilemiyorsa tamamı da terk edilmez” ilkesinden dolayı o laik sistemin içinde ıslah edici faaliyetlerde bulunmayı doğru bulmuşlardır.

Mesela bu anlamda Türkiye’de en öne çıkanlardan birisi Hayrettin Karaman’dır ve bu konuda yazdığı makaleleri “Laik Düzende Müslümanca Yaşamak” olarak kitaplaştırmıştır. Ve burada neyi kastediyor, diyor ki Hayrettin hoca: “Geçici bir dönemde yaşıyoruz, İslami bir sistemde yaşamıyoruz. Dolayısıyla benim bu sistem içinde verdiğim fetvaların büyük bir kısmı, bir gün İslami düzene geçilirse anlamını yitirecektir.” Bu da bir fıkıh gerektirir şüphesiz. Dolayısıyla değişip dönüşen hayatın mutlaka içinde yer almak zorundayız. Onu değerler merkezli yönetmenin mücadelesini vereceğiz. Benim istediğim gibi bir dünya yok diye kendimizi dünyadan soyutlayamayız. Eğer böyle yaparsak kendimizi Amerika’daki Amişler gibi buluruz. Ki bu insanlar çok samimi dindarlardır ama kendilerini tarihin dışına atmışlardır. Müslümanların o hataya düşmemeleri lazımdır.

Mecelle ve Aile Hukuku Kararnamesi’nden sonra fıkıhçılarımızdan yeni bir çalışma pek göremiyoruz, kanun şeklinde yazım olarak. Fıkhın kanunlaştırılmasında bu duraklama atlatılabilir mi, şu an bireysel çalışmalara engel var mı?

Kodifike edilmesi, yazılması elbette faydalıdır fakat çok da şart olarak görmüyorum. Bugün dünyada iki tür anayasa var: Yazılı anayasalar ve yazılı olmayan anayasalar. Bugün İngiltere’de hâkim olan anayasa yazılı olmayan anayasadır. Teamüller üzerine yürür. Dolayısıyla İngiltere bugün dünyanın en gelişmiş ülkelerinden kabul edilirken, orada bu anlamda bir hukuksal sorun yaşanmazken neden illa da Müslümanlara sizin anayasanız ve sizin hukukunuz kodifike edilmemiştir deniyor.

Dolayısıyla böyle bir algı yanlış bir algıdır. Tarih boyunca uygulanagelmiştir. Hatta bir anlamda esneklikte vermektedir İslam hukukuna. Çünkü fetvalar değişkendir; kişinin haline göre, değişen toplum şartlarına göre… Daha dinamik bir süreçten bahsediyoruz. Dolayısıyla bu elbette yapılmalı, teşvik edilmeli. Ancak kanaatime göre bu durum Müslümanların temel sorunlarından bir sorun değil. Ama tabi hukukçu olarak siz biraz bu perspektiften bakıyorsunuz.

Biraz daha hayata tatbik etmeyle ilgili…

Ama mesela uzmanlar diyorlar ki: Mecelle yazıldıktan on yıl sonra tenkitlere muhatap oldu. Niçin acaba? Çünkü Hanefi mezhebi temel alınarak yapılmıştı. Oysa devlet, işleyişinde daha esnek olmak zorunda, diğer mezheplerin tecrübelerinden de istifade etmek zorunda. Bir bireyin fıkhıyla bir devletin fıkhı farklıdır. Bunun için dinamizm de katan bir şeydir. Dolayısıyla bunu salt Batı hukuk jargonu içerisinde ele almamak lazım. Kendi tarihsel tecrübemiz ışığında ele almamız gerekiyor.

Son olarak, Osmanlı ve Müslümanlar coğrafi keşiflerden sonra para ve dünya yönetimini kaybetti. Çin ile İngiltere arasında şimdilerde kurulmak istenen demiryolu hattı için de aynı etki geçerli olur mu? Mevcut ticaret yollarını ve finansı elinde tutan Amerika’nın akıbeti benzer bir şekilde tecelli eder mi? Bu değişim ve dönüşüm Müslümanlar için de bir anlam ifade ediyor mu?

İpek yolunun çağdaş dünyada yeni bir format içerisinde yeniden canlandırılması faaliyeti dünyada siyasi ve iktisadi dengeleri sarsacak bir muhtevaya sahiptir. Ve Türkiye de bunu gördüğü için yeni ipek yolu projesine uygun olarak kendisini yeniden yapılandırmaktadır. İstanbul’daki 3. köprü, 3. Havalimanı, Anadolu’daki o müthiş yolların yeniden yapılandırılması, denizin altından geçen tünellerin inşa edilmesi… Bunların hepsi aslında bunun da bir parçasıdır. Ondan müstağni değildir.

Dolayısıyla bu yeni ipek yolu projesi hayata geçirilebilirse dünyadaki siyasi dengeler yeniden kurulacaktır. Bu yüzden Amerika, etki edebildiği bütün ülkeleri de kullanarak bu projenin akamete uğraması için çalışıyor. Medeniyetlerin yorulabileceklerini, tökezleyebileceklerini, düşebileceklerini, yıkılabileceklerini en iyi onlar bilir. Kendilerinin de böyle bir yıkıma maruz kalmaması ve yorulmuş, yeniden ayağa kalkmak isteyen medeniyetlerin önünü kesebilmek için harıl harıl savaşıyorlar. Yani bir bütün içerisinde bakmak lazım. Bu bütünlük içerisinde ipek yolu projesi de önemli projelerden bir tanesidir.

Çok teşekkür ederiz hocam.

Biz teşekkür ederiz.

Allah razı olsun.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.