Kur’ân Kıssalarının Önemi, Tarihi Gerçekliği ve Tekrarının Hikmetleri

Kur’ân Kıssalarının Önemi, Tarihi Gerçekliği ve Tekrarının Hikmetleri

Çeviri: Doç. Dr. Şahin GÜVEN

Geçmişi araştırmak ve mâzide yaşanmış hâdiseleri incelemek önemli bir husustur. Çünkü mâzide yaşanmış hâdiseler, o hâdiseleri bizzat yaşayan kimselerin malı olmaktan çıkmış ve artık bütün bir insanlığın malı olmuştur. Dolayısıyla sonradan gelen nesiller, ibret almaları, bazı çıkarımlarda bulunmaları ve hem şimdiki hem de gelecekteki yaşantıları için yol haritaları çizerken göz önünde bulundurmaları için, geçmiş dönem olay ve hâdiselerini inceleyip araştırmaları gerekmektedir…

Hem birey hem de toplumların yaşam öykülerinin, çok ince ve hassas yasalara tâbi olduğu gayet açıktır. Zira yeni medeniyetlerin ortaya çıkması ve tarih sahnesinden çekilmesi ya da devletlerin varlıklarını sürdürmesi ile yıkılıp gitmesi tesâdüfen olmamaktadır! Aksine bütün bunlar, çok açık, net ve keskin kanun ve yasalar (sünnetullah) doğrultusunda gerçekleşmektedir! Hatta toplumsal yasalar, hassaslık ve süreklilik bakımından, ilmî/bilimsel yasalardan daha geride değildirler. İşte bu sebeple toplumsal değişme ve ilerlemenin yasalarını bilmemek ya da bilmezlikten gelmek, neticeleri çok vahim sonuçlar doğurur.

İşte Kur’ân Kıssaları da insanlık tarihinin önemli cüzlerinden birisini oluşturur ve bu kıssaları bilmek, aklını yerli yerince kullanan hiçbir kimsenin kendisinden istiğnâ edemeyeceği ölçüde, araştırmacılar için son derece önemlidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “İşte sana geçmişte olup bitenlerin mâhiyetinden de böyle bahsediyoruz; çünkü katımızdan hatırlatıcı bir öğreti bahşettik sana.[1] Geçmiş dönemlerde yaşayan insanların tarihi serüvenlerinden gâfil olan ve zâlimlerin elîm sonuyla, yeryüzünde bozgunculuk yapan kimselerin/toplumların nasıl helâk edildiklerini idrâk etmeyenleri yüce Mevlâ, şöyle kınamaktadır: “Peki, bu (hakkı inkâr eden) kimseler, yurtlarında gezip dolaştıkları kendilerinden önce gelip geçmiş nesillerden nicesini helâk ettiğimizi görerek, bundan kendileri için bir ders çıkarmadılar mı? Oysa, bu olguda, akıl sahipleri için mutlaka çıkarılacak dersler vardır![2]Sana içlerinden bazılarının kıssalarını anlattığımız bu (önceki) toplumlara kendi içlerinden çıkan elçiler, gerçekten de hakkın ne olduğu yolunda apaçık belgeler, burhanlar getirmişlerdi; ama onlar, bir kere yalan saydıkları şeye (bir daha) inanmak istemediler. İşte bunun içindir ki, Allah, hakikati inkâr edenlerin kalbine mühür vuruyor.[3]

Zaman ve mekânların değişmesine rağmen toplumsal yasalarla kevnî (tabiat) yasalar, hem genel olarak hem de uygulama olarak birbirlerine çok benzemektedirler. Meselâ tabiat kanunları, bu dünyada akıp gitmekte ya da kuruyup yok olmakta olan bütün nehir ve denizleri kapsadığı gibi, toplumsal yasalar da, bütün çağlardaki tüm ırkları içine alacak şekilde, toplumların parçalanıp yok olmaları ve bozgunculuk ve anarşinin yayılmasının nedenlerini içermektedir. Allah Teâlâ, Arapları, inatlarında ve Müslümanlara kurdukları tuzaklarda devam etmeleri durumunda, acı bir sonucun kendilerini beklediğini bildirerek şöyle uyarmıştır: “…İşte şimdi onlara bir uyarıcı geldi, ama (O’nun çağrısı) onların sadece muhâlefetlerini artırdı, yeryüzünde böbürlenmelerini ve tuzaklar kurmalarını artırdı… Hâlbuki bütün tuzaklar, (sonunda) sadece sahibini yutar; yoksa onlar, önceki (günahkâr)ların (sürüklendikleri) yoldan başka bir şey mi bekliyorlar?[4]

Allah’ın kevnî yasaları hiçbir kimseyi kayırmaz. Aynı şekilde O’nun tarihî ve toplumsal yasaları (sünnetullah) da hiç kimseye iltimas geçmez. Bu yasalar, hiçbir istisnâsı olmaksızın, bütün Müslüman ve kâfirlere uygulanır. Uhud savaşında Müslümanlar büyük bir sıkıntı ve zorlukla karşı karşıya geldiler. Çünkü Müslümanlardan bir kısmı, zaferin gereklerini yerine getirmedi. Ancak Müslümanların bu anlık yenilgisi, her ne kadar müşrikleri başarıya ulaştıracak şartlar kısa bir süreliğine kendilerinin lehine olsa da, dalâlet ve sapıklığın müstakbel acı sonunu asla değiştiremedi: “Sizden önce (nice) hayat tarzları (sünen) gelip geçti. Öyleyse, yeryüzünde dolaşın ve hakikati yalanlayanların sonunun ne olduğuna bir bakın: Bu, bütün insanlara açık bir ders ve Allah’a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar için bir rehber ve bir öğüttür. Öyleyse, cesaretinizi yitirmeyin ve üzülmeyin: Eğer (gerçekten) inanıyorsanız, en üstün sizsiniz! (Neden üzülüyorsunuz ki!) Siz bir yara almışsanız, muhakkak ki karşıdaki topluluk da benzerî bir yara almıştı… İşte böyle (iyi ve kötü) günleri, insanlara sırayla paylaştırırız…[5]

Kur’ân-ı Kerîm, dile getirmiş olduğu kıssaların ya içinde ya da sonunda, birçok sosyal ve kültürel yasaları içermektedir. Tıpkı şu âyetlerde olduğu gibi: “Âhiret yurduna gelince, biz orayı, yeryüzünde büyüklük taslamayan ve bozgunculuk çıkarmak istemeyen kimselere ayırmış bulunuyoruz; çünkü âkıbet elbette muttakîlerindir.[6]… Gerçek şu ki, kişi Allah’a karşı duyarlı (takvâ sahibi) ve bilinçli olmaya çalışıyor ve güçlüklere de göğüs geriyorsa, bilsin ki, Allah iyilikte bulunanların emeklerini aslâ zâyi etmez![7]… Allah, Hak ile bâtılı şöyle bir benzetmeyle göz önüne koyuyor: Eğer söz konusu olan gerçekten de tortuysa, çerçöpse, bu, (bütün) köpüksü şeyler gibi akar gider; ama insanlara yararlı olan şeye gelince, o her (zaman olduğu) yerde, sapasağlam ayakta kalır. Allah, işte böyle misaller veriyor.[8]

Gerçekte Kur’ân kıssaları, insanların merakını gidermek ve eğlendirmek(!) gayesiyle değil, insanlık tarihini yönlendiren apaçık bir uyarı ve dikkat çekmek içindir. Dolayısıyla bu kıssaların Kur’ân’da zikredilmesi, insanların eğitilmesi, dikkat etmesi ve o olayları yaşayan insanların yok olup gitmesinden sonra, sürekli bir ibret ve öğüt olması gayesiyle o kıssalardan yeni anlamların çıkarılması içindir!

Yaşadığımız bu modern çağda roman ve hikâye edebiyatı, şaşkınlık verecek derecede yaygınlaştı. Sahiplerinin ya vakit geçirmek ya da güzel ifade tarzından haz duymak için okudukları birçok roman ve hikâye, elden ele dolaşmaktadır. Bu roman ve hikâyelerin hemen tamamı, gerçek hayatla çok da alakası olmayan birer hayal ürünüdür. Ama buna rağmen bu eserler, bazen çok güzel ibret ve öğüt verebilmekte, bazen de sıradan ve bayağı şeyleri dile getirmektedir.

Bu roman ve hikâyelerle, gafleti yok etmek, insanlığın seviyesini yükseltmek ve yolunu aydınlatmak için Kur’ân-ı Kerîm’in, kalpleri ve kalp güzünü açan bu kıssalarda ortaya koyduğu tarih arasında çok büyük farklar vardır. Zira bunlar arasındaki mesâfe, doğu ile batı arası kadar uzaktır.

Allah Teâlâ, kutlu elçisi Hz. Muhammed aleyhisselam’a “…Ve böylece, peygamberlerin haberlerinden senin yüreğini güçlendirecek her şeyi sana anlatıyoruz. Öyle ki, bu kıssalarla sana hak/hakikat ulaşıyor ve ayrıca mü’minlere de bir öğüt ve bir hatırlatma oluyor.[9] derken, aslında gerçekleşmiş olmasında en ufak bir şüphe bulunmayan tarihsel/toplumsal hâdiseleri tek tek anlattıktan sonra, böyle bir hitapta bulunuyor. Çünkü bu âyetin geçtiği Hûd sûresinde Allah, Hz. Nûh, Hz. Hûd, Hz. Sâlih, Hz. Lût, Hz. Şuayp ve Hz. Mûsâ (selam hepsinin üzerine olsun) peygamberlerin ümmetleriyle peş peşe yaşadıkları olayları ve bu toplulukların peygamberlerini yalanlamaları ve onlara karşı büyüklük taslamalarının neticesinde de ardı ardına helâk edilmelerini anlatmaktadır.

Allah azze ve celle bütün bu kıssaları, hem müstekbir Arapları uyarmak, hem de Elçisi’ni teselli edip rahatlatmak için anlatmaktadır! Yine başka bir yerde Allah Teâlâ, Nebisi’ne şöyle hitap ediyor: “Gerçek şu ki, senden önce (de) peygamberler yalanlanmıştır; ama onlar, bizden yardım gelinceye kadar bütün düzmece ithamlara ve kendilerine yapılan bütün eziyetlere sabırla katlandılar: Çünkü hiçbir güç Allah’ın vaatlerini değiştiremez…[10] Peki, yaşandığı apaçık bir gerçek olan bu kıssaların, neresi hayal ürünüdür?

Allah Teâlâ, Hz. Yûsuf aleyhisselam’ın hayat hikâyesini; öldürülmek için kuyuya atıldığı andan Mısır’a kral olana kadarki yaşamından çeşitli devreleri anlatıp izah ettikten sonra, hem O hem de O’nun dışındaki bütün peygamberlerin kıssaları hakkında şöyle demektedir: “Gerçek şu ki, bu peygamberlerin kıssalarında, kendilerine kavrayış yeteneği verilmiş kimseler için, mutlaka çıkarılacak bir ders vardır. (Vahye gelince,) o hiçbir şekilde (insan tarafından) uydurulmuş bir söz olamaz. Tersine, o, kendinden önceki vahiylerden doğru ve gerçek adına ne kalmışsa doğrulayan ve inanmak isteyen insanlara her şeyi açık seçik bir biçimde dile getiren, bir hidâyet ve rahmettir.[11] Burada hayale konu olan şey nerede?

Doğrusu, Kur’ân’ın, sadece hayal ürünü “edebî hikâyeler” ya da yaşanmış olanla hayal ürünlerinin aynı bağlamda birbirine karıştığı şeyler sunduğu iddiasında bulunmak, yersiz bir ithamdan başka bir şey değildir. Hatta bizim kanaatimize göre bu tür iddialar, oryantalistlerin peşinden giden birtakım kimseler tarafından ortaya atılmış ahmaklıklardan başka bir şey değildir!

Çünkü oryantalistler, kendi kutsal kitaplarındaki problemleri, zayıflıkları ve Hakka/doğruya olan uzaklığı bildikleri için, “Kur’ân’ın da diğer kutsal kitaplardan bir farkının olmadığı ve onlardan artı bir şeyinin bulunmadığı” şeklindeki yanlış kanısını uyandırmak istiyorlar! Oysa bu, hiçbir aklıselim sahibinin kabul etmeyeceği bir yalan ve iftiradan ibârettir!

Hâdise/kıssa tek olduğu halde, birkaç sûrede tekrarlandığı herkesin malumudur. Ne ki bu tekrar, sadece biçimseldir; çünkü bir yerde zikredilen aynı kıssa, diğerlerinden farklıdır. Bu farklılık ya kıssanın oluşmuş olduğu temel unsurlarda ya da ortama (muktezâyı hâle) uygun düşecek şekilde, sunum metodundadır!

Birçok sûrede tekrarlanan Hz. Mûsâ aleyhisselam ve İsrâiloğulları kıssası, meselâ Ğâfir/Mü’min sûresinde, imanını gizleyen adamın uzunca konuşmasını içermekle, diğer sûrelerdeki anlatımdan farklılık arz etmektedir. Hatta bu sûredeki kıssanın en temel ve bâriz unsuru, imanını gizleyen adamdır.

Kasas sûresindeki aynı kıssa ise, başka sûrelerdeki anlatımından farklı olarak, Hz. Mûsâ aleyhisselam’ın Mısır’dan kaçarak Medyen’e gidişinin sebeplerini ve oradaki evliliğini anlatmaktadır!

Yine aynı kıssa, bu sefer Kehf sûresinde, diğer sûrelerde anlatılandan farklı olarak, Hz. Mûsâ’nın Hızır aleyhisselam’la karşılaşması ve bu garip karşılaşmanın neler içerdiğini anlatmaktadır.

Tâhâ sûresindeki Hz. Mûsâ kıssası ise, yine diğer sûrelerde anlatılandan farklı olarak, Hz. Mûsâ’nın duâları ve Allah’ın bu duâlara icabet etmesini içerdiği gibi, önceleri koyunlarını gütmek için kullandığı ama daha sonra O’nun elinde devâsâ bir güce dönüşen Hz. Mûsâ’nın asasını konu edinmektedir.

Bakara ve Â’râf sûrelerinde İsrâiloğulları’nın kıssası uzun uzun anlatılmakla birlikte, bu iki sûredeki hem anlatım tarzı hem de neticeler bakımından birbirinden farklıdır. Zira değişen çevre şartları ve ortama uygun olacak şekilde gelen bu iki sûredeki aynı kıssa, hem anlatım tarzları hem de neticeleri bakımından asla aynı değildir; çünkü Bakara sûresi Medîne’de, Â’râf sûresi ise Mekke’de nâzil olmuştur…

Kur’ân-ı Kerîm’in coğrafya ya da tarih alanında yazılmış bir kitap olmadığına, aksine onun olay ve hâdiselerin sadece insâni ve sosyal boyutlarına değindiğine dikkat ederek, sadece bu kıssayı hem edebî hem de konusal açılardan ele alıp açıklayan, “Kur’ân-ı Kerîm’de Yahûdiler” adı altında kapsamlı bir çalışmaya ihtiyaç vardır!

Kur’ân’daki her kıssanın içinde geçen diyaloglar, belirli bir hedefi gösteren hikmetler için sevk edilmiştir! Örnek olarak, Â’râf sûresindeki Hz. Şuayp aleyhisselam’ın Medyen halkıyla diyaloguna bir bakalım! Buradaki kıssada Hz. Şuayp aleyhisselam kavmine, düşmanlıkta aşırı gitmemeleri ve pervâsızlıklarının kendilerine yakışmayan suçlara iteklememesi için nasıl hitâp ediyor: “(Şuayp şöyle dedi:) Mademki, aranızda, getirdiğim habere inanan bir topluluk yanında bir de inanmayan bir topluluk var, öyleyse bu içinden çıkılması zor durumda sabredin; tâ ki aramızda Allah hükmedinceye kadar: Çünkü O, hükmedenlerin en hayırlısıdır.[12] Yani bu problemin çözümünü zamana bırakın ve netice için de acele etmeyin!

Ama kavminin ona cevâbı ne oldu? “Kavmi içinde ileri gelen, kendini beğenmiş o kurumlu kimseler: ‘Ey Şuayp!’ dediler, ‘hiç şüphen olmasın ki, seni ve sana inananları ülkemizden sürgün edeceğiz, meğerki kesin bir biçimde bizim yolumuza dönesiniz![13]

Bağlamından anlaşıldığına göre bu ifâdeler, “sana söylüyorum kızım, sen işit gelinim!” kabilindendir. Sanki Hz. Peygamber, o inatçı müşrik Araplara şöyle demektedir: İmânı engelleme ve mü’minlere düşmanlık etme hususunda Hz. Şuayp aleyhisselam’ın kavmi gibi davranmaktan sakının! Yoksa bunun cezâsı, tıpkı Şuayp’ın kavmine olduğu gibi, sizi kendi yurdunuzda helâk eden semâvî bir âfettir: “Derken bir deprem onların işini bitirdi: kendi evlerinde cansız olarak yere serilip kaldılar. Onlar ki Şuayb’ı yalancı çıkarmak isteyen kimselerdi: Sanki orada hiç yaşamamış gibi oldular. Onlar ki, Şuayb’ı yalancı çıkarmak isteyen kimselerdi: Kendileri kaybeden kimseler oldular![14]

Kur’ân’daki hangi kıssaya gözlerimizi çevirsek, her birisinin insanın farklı psikolojik ve rûhî yönlerini ele alıp incelediğini ve bazen sakince, bazen de keskin bir dille; bazen sıkarak, bazen de rahatlatarak tedâvi ettiğini görürüz. Dolayısıyla bu kıssaların anlatılmasının temel hedefi, kötü ve bâtıl olanı terk etmek, buna karşılık iyi olanı ve Allah’ın doğru yolu gösterici rehberliğini de kabul etmektir.

Meselâ Hz. Hûd aleyhisselam ile kavmi Âd arasında geçen olayları anlatan kıssaya bir bakalım! Â’râf sûresinde, bendinden taşmış sular gibi kendisine saldıran insanlara karşı Hz. Hûd aleyhisselam’ın, sabırla ve sakince davetine başladığını görürsün: “Ve Âd (kavmine de) kardeşleri Hûd’u (gönderdik). ‘Ey Kavmim!’ dedi (onlara), ‘yalnızca Allah’a kulluk edin: O’ndan başka tanrınız yok. Hal böyleyken yine de O’na karşı gelmekten sakınmayacak mısınız?’ Kavmi arasından gerçeği tanımaya yanaşmayanların önde gelenleri: ‘Doğrusu, biz seni aklı kıt biri olarak görüyoruz ve üstelik yalancının biri olduğunu sanıyoruz!’ dediler.[15]

Aynı kıssayı Hûd suresindeki anlatım şekliyle düşünecek olursak, o hâlim-selîm peygamber’in, kavminin putperestliğini kıyasıya eleştiren, Allah’a karşı yalan söylemelerini açığa çıkaran ve eğer bu zulümlerinde devâm ederlerse kötü bir sonucun, elim bir azabın kendilerini beklediği ikazıyla uyaran bir portresiyle karşılaşırız: “Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u gönderdik. O (da onlara):

‘Ey kavmim! (Yalnızca) Allah’a kulluk edin!’ dedi, ‘(çünkü) sizin O’ndan başka tanrınız yok. (Bu halinizle) aslı olmayan şeyleri uyduran kimselersiniz sadece!

Ey kavmim! Bu (uyarılar) için sizden bir karşılık da bekliyor değilim; benim (çabalarımın) karşılığı beni vâr eden (Allah’tan) başkasına düşmez. Öyleyse, artık aklınızı kullanmayacak mısınız?

Ey kavmim! Haydi, artık günahlarınız için Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra da tövbe ve pişmanlık içinde O’na yönelin ki, size gökten bolca rahmet ve bereket yağdırsın; gücünüze güç katsın ve iflâh olmaz suçlular olarak (benden) yüz çevirmeyin![16]

Neticede kıssaların bu şekildeki tekrarının anlamı şudur: Peygamber, toplumuyla tek bir kez karşılaşmıyor. Aksine, on yıllarca devam edecek olan bir tebliğ ilişkisine giriyor. Dolayısıyla Peygamberle kavmi arasında yaşanan hâdiseler, tek bir şekil ve tarzda olmuyor; aksine, birçok şekil ve tarzlarda gerçekleşiyor!

Hatta bu karşılaşma tek bir kez gerçekleşse bile, -tıpkı Hz. Mûsâ aleyhisselam’ın sihirbazlarla tek bir kez karşılaşması gibi- aralarında geçen her türlü diyalog, tek bir sunum/anlatım tarzıyla sâbit olmamaktadır; aksine farklı ortamların gerektirdiği şekliyle bu karşılıklı konuşmalar, kısım kısım ayrılıp anlatılabilmektedir…

İşte bu sebeple Kur’ân kıssaları, birey ve toplumların çeşitli hastalıklarına çâre olabilecek uygunlukta geniş tedâvi yöntem ve alanları sunmaktadır. Dolayısıyla bu kıssaların Kur’ân’daki şekliyle aktarılması, vahyin başlangıcından kıyâmetin kopmasına kadar geçen sürede, bütün insanlara fayda verecek şekilde düzenlendiğini akla getirmektedir!

Kur’ân’da yaşam öyküleri anlatılan kimselerin doğum ya da ölüm tarihlerinin bilinmesi, olayın geçtiği yer ve mahal ya da bireylerin bizzat kimler olduğunu belirlemek, hiç de önemli değildir! Meselâ “Zü’l-Karneyn”in kim olduğunu ya da Yâsin sûresinde anlatıldığı şekliyle, şehrin uzak bir köşesinden koşarak elçilerin yanına gelen kişinin kim olduğunu bilmek, bizi ne ilgilendirir ki! Asıl önemli olan, “doğru bir tarih” ve “Hak bir kıssa” aracılığıyla, bireysel ve toplumsal sorunlara çâreler üretmektir.

 


*Bu makale, çağdaş yazar Muhammed Gazâli’nin “Mietü Suâlin an’i-İslâm” (Kahire 2005) isimli eserinin 154-158. sayfalarının çevirisidir.

[1] Tâhâ: 99.

[2] Tâhâ: 128.

[3] A’râf: 101.

[4] Fâtır: 42-43.

[5] Âl-i İmrân: 137-140.

[6] Kasas: 83.

[7] Yusuf: 90.

[8] Ra’d: 17.

[9] Hûd: 120.

[10] En’âm: 34.

[11] Yûsuf: 111.

[12] Â’râf: 87.

[13] Â’râf: 88.

[14] Â’râf: 91-92.

[15] Â’râf: 65-66.

[16] Hûd: 50-52.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.