Zeki Soyak

İlk Tanışmam Ve Öğrenebildiklerim
Hani insanın hiç unutamadığı anlar, tarihler vardır ya! İşte 18.08.1982 tarihi de benim için öyledir. Çünkü bu tarih, evlilik tarihimdir. Bu tarihin benim açımdan bir başka önemi de o mutlu anımızda, yüzüğümüzü takıp, nikâhımızı kıymaya gelecek olan, gıyaben bildiğim Zeki Soyak Hoca’yı vicahen tanıyacak olmamdı.
İşte Zeki Hocayı böyle bir zaman diliminde tanıdım.
Bendeki ilk intiba olarak çalışma ve mücadelelerini okuduğum, Mahatma Gandi’yi hatırlattı. Mütevazı, derin bakışlı, güven verici, kendinden emin, ne yapacağını ve ne yapması gerektiğini bilen, tehevvür ve cebaneti olmayan, kararlı, idealist biriydi.
Evlilik esnasındaki bu kısa görüşmemizden sonra öğretmen olarak Nevşehir’e tayinim çıktığı 1985 yılına kadar görüşmedik.
Tayinimin yapıldığı tarih olan 1985’ten 2004’e kadar hemen birçok konuda bir ve beraber olduk. Bu süre içerisinde rahmetli Zeki Hoca’dan öğrendiklerimi tadat edemem. Onunla hiçbir zaman unutamayacağım güzellikler yaşadım. Hocayla onurlu ve düzeyli İslamî hizmet etmenin zevkini tattım.
O hizmetin düzeylisini ve onurlusunu şöyle tarif ederdi:
A. Evvela insanı değil, davayı tanıtmak,
B. Şahsa ve kuruma değil, Allah’a (İslam’a) çağırmak,
‘İsteyen elin asılmayanı, veren elin kasılmayanı güzeldir’ diyen Rahmetli Rauf Bingöl ağabeyimin dediği gibi hizmet için talep edilen yardım konusunda da bıktırmadan, sıkmadan, kızdırmadan, yüzsüzlük yapmadan istenmesi güzel derdi.
“Yapılan hizmetler Allah rızası içinse mutlaka yardım edeni çıkacaktır. Hizmetin birçoğu parayla oluyor. Dolayısıyla yardım istenmelidir ama asla verileni küçümsemeden ve karşıyı incitmeden alınmalıdır.” derdi. Hizmetin bu anlayışa göre yapılmasını isterdi. Hele hele İslamî olmayan bir yöntemin kullanılmasını asla istemezdi…
Fikirlerin hercümerç olduğu, birçok kimsenin savrulduğu 28 Şubat dönemde, her şeyiyle dimdik ayakta kalabilen, aynı zamanda hem çevresine hem de diğer hizmet edenlere moral veren biriydi.
O kasvetli günlerde, sürekli takip edilmesine hatta şehir içindeki takibin yanı sıra şehirden şehre giderken bir ilin diğer ilin emniyetine haber vermek suretiyle takip ettirilmesine rağmen, daha önce yapmakta olduğu hiçbir faaliyetini ertelemedi. Ertelenmesine de müsaade etmedi.
Doğrusu bizler bu süreçte kaygılandık, hem kendimiz hem de onun için. Belki daha çok kendimiz için. O tam aksine beraber çalıştıkları insanlara olduğu kadar, başka yerlerde faaliyette bulunanlara da moral verir ve çalışmalarını aksatmamalarını söylerdi. Bu durumun geçici olduğunu söylerdi.
Günü birlik fikirlerden ziyade, derinliği olan ve ufuk açan hedefler gösterirdi.
Dünya ve dünyalığa hiç rağbet etmezdi. Mesela, herkesin milletvekili olmak için birbirine akıl almaz iftira ve ayak oyunları yaptığı dönemlerde bu imkân ona altın tepsiyle sunulmasına rağmen hiç rağbet etmedi. Bir defasında haberi olmadan Amasya senatör adayı olup seçilemediği olmuştur. Yüksek Seçim Kurulu ilan ettiğinden itiraz ve iptal ettirme imkânı olmamıştır. Mademki, münasip görmüşler; niye, neden diye vakit geçirmektense bu durumu fırsata çevirelim diyerek, günlerce kıt imkânla Nevşehirli dostlarıyla çalışmalarını sürdürmüştür.
Fildişi kulelerde değil, halkın içinde olmayı yeğlerdi.
Hakk taraftarlığını, halk taraftarlığına tercih ederdi.
Muvazeneli ve müsamahakârdı.
İman, amel ve ahlak ilişkisine çok dikkat ederdi.
“Değil mi ki, sevgili Peygamberimiz;
‘Sevmeyende ve sevilmeyende hayır yoktur’ buyuruyor,
Değil mi ki, ‘sevdirerek, nefret ettirmeyerek, müjdeleyerek, korkutmayarak’ iletilmesini istiyor bize düşen de bu prensibe uygun hareket etmektir” der, güzel olanı güzel sunalım derdi.
Zeki Hocayla birçok mesele hakkında istişareler yaptık. İstişarenin nasıl yapıldığını, çalışmanın nasıl olması gerektiğini onda gördüm.
Sayısız birlikteliğimizin yanı sıra, muhtelif zamanlarda seyahatlerde bulunup ziyaretler yaptık. Seyahat ve ziyaret adabının nezaket ve nezafetini onda gördüm.
Varlığını İslam’a ve talebe yetiştirmeye vakfeden Zeki Soyak Hocanın derdi İslam davasıydı.
Bilginin nasıl terbiye edildiğini, insana saygının ve sevginin nasıl olduğunu, doğru olanın usulünce nasıl söylendiğini/söyleneceğini, asıl olanın Allah’ın rızasını kazanmak olduğunu, onda gördüm.
29 Mayıs 2004 yılında rahmeti rahmana kavuşan Zeki Hoca’ya Yüce Mevla’dan sonsuz rahmetler diliyorum.