Adayış

Adayış

“Hani bir zamanlar İmran’ın hanımı Allah’a el açıp yalvararak, ‘Ey Rabb’im,’ demişti, ‘Karnımda taşıdığım yavrumu, tüm varlığıyla senin hizmetine adadım. Bu adağımı benden kabul eyle! Doğrusu sen, her şeyi bilensin!’

Nihayet çocuğunu doğurunca, -Allah onun ne doğurduğunu gayet iyi bildiği halde- durumunu O’na arz ederek, ‘Ey Rabb’im’ dedi.  ‘Ben bir kız çocuğu dünyaya getirdim. Fakat erkek çocuk umuyordum; çünkü erkek kız gibi güçsüz ve korunmaya muhtaç değildir. Erkek çocuk kıza göre daha güçlü ve dayanıklı olduğu için, benim adağıma daha uygun düşerdi. Ayrıca, mabed hizmetlerine yalnız erkek çocuklar kabul ediliyor.  Fakat ben, yine de sözümü tutuyorum; ona Meryem ismini veriyor, kendisini ve neslinden gelecek olanları o lanetlenmiş şeytanın kötülüklerine karşı Sana emanet ediyorum Ya Rab!’

Böylece Allah, Meryem’i kendi yolunda adanmış kıymetli bir adak olarak güzelce kabul buyurdu ve onu nadide bir çiçek gibi güzelce yetiştirdi. Onun eğitim ve bakımını, çekilen kura sonucunda Zekeriya üstlendi.

Zekeriya, onu ne zaman mabetteki odasında ziyaret etse, yanında türlü türlü yiyecekler görürdü. Bunun üzerine, hayret ve hayranlıkla sordu: ‘Ey Meryem bunlar sana nereden geliyor?’ Meryem de:

‘Bunlar Allah katındandır. Bu yiyecekleri yaratan ve bana ulaşmasını sağlayan Allah, dilediğine hiç beklemediği imkânlar yaratarak sınırsız nimetler bahşeder!’ dedi.” (Al-i İmran, 35-36-37, Kısa açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, Mahmut KISA)

Yukarıda zikredilen ayet-i kerimelerde bir adayış hassasiyetine dikkat çekiliyor. İmran’ın hanımı insanın en vazgeçilmezinden, yani evladından sırf Allah için geçilebileceğini bizzat yaşantısıyla gösteriyor. Cenab-ı Hak bu kutlu adayışı Kur’an’da zikrederek, bize bu olayı numune olarak gösteriyor. Kendisine adanan bir adağa ne kadar değer verdiğini ise “Meryem’i güzelce kabul buyurdu ve onu güzelce yetiştirdi.” ayetinden anlıyoruz.  Samimiyetle adanan bir evlat ve adağın kabulü neticesinde yaşanan sayısız güzellikler…

Tefsirlerde bu adayışın nice güzelliklere vesile olduğu teferruatlı bir şekilde ifade edilmiş. Ancak burada dikkat edilmesi gereken ilk husus şudur: Bir anne evladını Allah’a adıyor! Bir süreliğine bir yere göndermiyor. Adıyor!  Önemli soru şu: Biz adamayı aklımıza hiç getirdik mi?  Allah için -kısa bir zaman dilimi için olsun- adayabiliyor,  adanabiliyor muyuz? Getirdiysek sözümüzde ne kadar durabildik?

Evladını değil de kendisini adayabilen akıl sahipleri için Kur’an şöyle diyor: “O akıl sahipleri ki ayaktayken, otururken vedinlenmek için uzanıp yatarken, Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin akıllara durgunluk veren o muhteşem yaratılışındaki hikmet ve anlamı üzerinde derinden derine düşünür ve Allah’a şöyle niyaz ederler: “Ey Rabb’imiz!  Sen bütün bunları hikmet ve amaçtan yoksun olarak yaratmış olamazsın.  Çünkü Sen, abesle iştigal etmekten uzaksın. Her türlü eksik ve yanlıştan münezzehsin. Yüceler yücesisin! Hikmet ve adaletinin gereği olarak, cennet de haktır, cehennem de haktır;  O halde, bizi cehennem azabından koru Ya Rab!” (Al-i İmran, 191, Kısa açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, Mahmut KISA)

Akıl sahibi olan her kişi, zamanını yukarıdaki ayetin kapsamında geçirmeli, ömür sermayesini ziyan etmekten sakınmalıdır. Çünkü tefekküre davet eden bu ayet vesilesiyle tabiattaki kudret akışları daha iyi anlaşılacak.  Ömür sermayesinin bir anı dahi amaçsız ve boş geçmeyecektir. Kendisini adayanlar da zamanını yani ömrünü Allah’a adamış olduğundan tefekkür ibadetinden asla geri kalamazlar. Onların hiçbir anları Allah’tan gafil olamaz.

Adayanların adağını güzelce kabul eden Rabb’imiz, onların bu adayışlarına mukabil Kur’an’da şöyle bir söz veriyor: “Rab’leri de şöyle cevap verdi: “Elbette Ben, gerek erkek gerek kadın olsun, içinizden Benim yolumda çaba harcayan hiç kimsenin çabasını boşa çıkarmayacağım. İlahi adalet karşısında her insan, ancak göstermiş olduğu gayret oranında ceza veya mükâfat alacak ve kadın-erkek, efendi-köle, siyah-beyaz, zengin-fakir ayrımı yapılmayacaktır. Çünkü toplumsal statülerimiz ne kadar farklı olursa olsun,hepiniz birbirinizin neslinden aynı hak ve sorumluluklara sahip kimselersiniz.

İşte, Allah yolunda hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyetlere uğrayanlar, savaşan ve şehit düşenler var ya; onların günahlarını sileceğim ve tarafımdan bir ödül olarak, onları içinde ırmaklar çağıldayan cennetlere yerleştireceğim. Ödüllerin en güzeli Allah katında olandır. (Al-i İmran, 195, Kısa açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali,  Mahmut KISA)

Şüphesiz Allah’tan daha doğru sözlü kimse yoktur Allah’ın vadi haktır. Vadettiğini yerine getirecektir. Kişinin manevi seviyesine göre imtihanın şiddeti de artabiliyor. İbrahim aleyhisselam’ın adayışı ve imtihanı gibi:

“(İsmail) babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince: ‘Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün, ne dersin?’ dedi. O da dedi ki, ‘Ey Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulursun.’

Her ikisi de teslim olup, (İsmail’i) alnı üzerine yatırınca, ‘Ey İbrahim! Rüyanı doğruladın. Biz Muhsinleri (güzel davrananları) böyle mükâfatlandırırız.’ Doğrusu bu gerçekten müthiş bir imtihandı! Biz oğluna bedel olarak ona büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında ona (iyi bir ün) bıraktık. ‘İbrahim’e selam’ dedik. Biz muhsinleri böyle mükâfatlandırırız. Çünkü o bizim mü’min (inanan) kullarımızdandı.” (Saffat, 102-111)

Evet, ne müthiş bir imtihan. Müthiş imtihanlar müthiş kullara yapılıyor. İbrahim aleyhisselam can imtihanını, evlat imtihanını hem de en zor şekilde karşılaşmasına rağmen başarıyor.  Rivayete göre İsmail aleyhisselam çok sevimli bir çocukmuş. İmtihanın şiddetine bakınız. Bizden böyle imtihanlar istenmediği gibi yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennemden sakınmamız ve ehlimizi sakındırmamıza dikkat isteniyor. Çocuklarını internetin izbe sokaklarında kaybedip cehennem yakıtı yapanlar, İslam’ın hayatbahş iklimine davet ediliyorsunuz. Size büyük imtihanlar yok. Çocuklarınıza ne kadar miras bıraktığınız hususunda sorgu olmayacak. Fakat güzel ahlak eğitimi verme hususunda sorumluluğumuz var.

Kendini çocuklarına adayan bir mü’min, çocuklarının ancak İslami ahlakla ahlaklanmasına adamıştır. Bu adayış ise muhabbettin Allah’a teksifini gösterir.  Muhabbetullah kişiyi adamaya sevk ediyor.

Sahabe efendilerimizden Ammar bin Yasir -radıyallahu anhuma- bir savaşa iştirak etmek üzere Fırat kıyısında yürürken, içindeki muhabbeti şöyle dile getiriyor:

“Ey Allah’ım! Kendimi şu dağdan atarak aşağıya yuvarlanmamın, Sen’in benden daha fazla hoşnut kalmana vesile olacağını bilsem, bunu hemen yaparım. Büyük bir ateş yakarak içine atlamamın, Sen’in benden daha çok razı olmana vesile olacağını bilsem, onu derhal yaparım. Ya Rabbi! Kendimi suya atıp boğulmamın, Sen’in daha ziyade hoşnutluğunu celbedeceğini bilsem, onu hemen yaparım. Ey Allah’ım! Ben sırf Sen’in rızan için savaşıyorum, beni zarara uğratmamanı diliyorum, ben Sen’i istiyorum.”

İşte böyle bir sevgi, böyle bir muhabbet kişiyi adayışa sevk edebilir. Cenab-ıHak hepimize böyle muhabbet ihsan eylesin. Âmin.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.