RASİM ÖZDENÖREN’ DEN GENÇ YAZARLARA TAVSİYELER

RASİM ÖZDENÖREN’ DEN GENÇ YAZARLARA TAVSİYELER

1-Bir yazıda en önemli şey ilk kelimedir.

“Her şey o ilk kelimeden sonra sökün ediyor. Ne kadar tasarıya bağlı olarak başlanırsa başlansın, gene de o ilk kelimenin belirleyiciliğine inanmak gerekiyor. O ilk kelimede bir tökezleme başlarsa sonuna kadar sürüyor. Ama orda bir akıcılık varsa, zihniniz kelimelerden önce uçup gidiyorsa mesele kalmıyor.”

“Tereddüt, mızmızlanma, gereksiz titizlik, en iyisi olsun diye beklemek, o yazıyı akim bırakacak ipuçlarıdır. Nice önemli zihinsel çabalar bu türden ipe sapa gelmez bahanelerle gün ışığına çıkmadan boğulup gitmiştir. Sözlerim cahilin cesur olduğuna benzetilmesin isterim.”

2- Yazı, bir yazarın tamamen erişemediği bir gerçeği, duyguyu veya düşünceyi yakalama çabasıdır.

“Doğrudan ‘yazı’ nın kendisi, sürekli, ulaşılamaz olana kulaç atıyor. Eğer yazı bir kereliğine olsun hedefine ulaşılabilmiş olsaydı, yeniden ve yeniden yazma isteği bir yazarı nasıl olur da dürtükleyebilirdi? O ulaşılmamışlık hâli değil midir, yazarı durmamacasına yazmaya sevk eden?”

“Ben hiçbir zaman yaptıklarımla yetinmeye çalışmadım. Zaten böyle yapmış olsaydım daha fazla üretemezdim. Bir türlü eserlerimde yeterlilik görmüyorum. Bu yeterliliği gördüğüm zaman yazmaya bir sebep kalmamış demektir.”

3-Yazar hem söyleyeceği sözü olmak hem de bunu nasıl söyleyeceğini bilmek demektir.

“Her fikir, her format içinde dile getirilemez, getirilse de kendi asli formatını bulmadıkça etkili olmaz. Her gün, herkesten nice güzel şeyler işitiyoruz. Ama iş, bunların yazıya aktarılmasına gelince, insanların orada tıkandığı gözleniyor. Niye? Çünkü sohbet’ olarak söylenen bir fikrin, iletilen bir duygunun, başka bir form içine sokulabilmesi için onun üzerinde başka biçimlerde uğraşmak gerekir. O duygunun veya düşüncenin gerektirdiği form bulunmadıkça, söylenen şeyler istediği kadar önemli olsun, istenen etkiyi sağlamaz. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanının konusunu bir gazete haberinden aldığını biliyoruz. Aynı gazete haberini ondan başka daha kim bilir kimler okudu. Ama onu roman formuna oturtan bir o çıktı. Demek ki, söyleyecek sözü olmak yetmiyor, aynı zamanda onu nasıl söylemek gerektiğini de bilmek gerekiyor.”

4-Bir yazarın hikâyeyi yaşaması gerekmez, tanıması yeterlidir.

“Bir doktorun hastalığı teşhis etmesi için hasta olması gerekmiyorsa, yazar da yaşamadıklarını yazabilir. Tanıma bir zihinsel süreç ürünü olduğu için, insan bu sürecin akışına yalnızca yaşayarak girme zorunluluğuyla karşı karşıya bulunmaz. Yaşama dışında başka faktörler kullanarak da insan konusuna yaklaşabilir”

5-Öyküye başlamadan önce zihinde bitmiş olması lazım.

“Formunu yakaladığım anda zaten o hikâye kafamda tamamlanmış oluyor. Geriye bir tek yazma zahmeti kalıyor. Ben hikâyeyi yazmaya başladığım anda, o hikâye kafamda bitmiş, şekillenmiş ve tamamlanmış olarak mevcut oluyor. Diğer birçok arkadaşların ve yazarların zıddına olarak, onların dışında olarak, ben kendimi serbest çağrışımlara kaptırmam.”

6- Kuramına göre öykü yazılmaz, arayışınız sizi doğru yola götürür.

“Öykünün belki bir tek kuralı vardır ‘anlatmak’ Ama nasıl anlatayım diye onu da bana sormayın artık lütfen. Öyküler okuyun. O zaman ‘anlatma’ nın bir ya da birkaç kural içine sıkıştırılamayacak kadar geniş olanakları bulunduğunu görecek, belki de bir ya da birkaç kurala çakılıp kalmaktan kurtulacaksınız.”

“Mesela ben bilinç akımının ne olduğunu bilmeden, o tür öyküler yazıyordum. Bunun adının bilinç akışı olduğunu yıllar sonra öğrendik.”

7-Genç yazarın erken dönemde halletmek zorunda olduğu konu: Dil öğrenmek

“Kendi dilimi, sesimi, edebiyat anlayışını beğendiğim yazarları erken dönemde hatmetmek isterdim. Bizim Divan şairlerimizin belli başlı ürünlerini ezbere söylemek isterdim. İbn-i Arabi’yi, İmam-Rabbani’ yi kendi dillerinden yutarcasına okumak isterdim. Ayrıca hiç olmazsa İngilizceyi öğrenmiş olmalıydım. Keza Kur’an’ı özgün dilinden okuyup anlayabilmeliydim. Türkçesinde bile muhteşem bir belagat örneği olduğu anlaşılan hadis-i şerifleri özgün dilinden okumak ne güzel olurdu.”

8-Üslup öğretilemez çünkü kişinin mizacının bir yansımasıdır.

“Yazının öğretilebilir özellikleri ders kitaplarında anlatılır. Orada öğretilen bilgileri herkes kendine göre öğrenir, ama daha önemlisi orada öğretilenleri herkes kendine göre uygular. İşte tam da bu noktada, öğretilemez olanın sınırı başlar. Bir yazının kurgusunun nasıl olacağı bilinen bir şeydir. Ama her yazar, kendi yazısını etkili hâle getirebilmek için bu kurgu üzerinde değişiklikler, sapmalar meydana getirir. Seçtiği kelimeleri farklılaştırmak ister, farklılaştırdığı kelimeleri farklı yerlerde, farklı anlamlar vererek kullanmak ister. Bütün bunları nasıl gerçekleştirdiği çoğu kez yazarın kendisine bile meçhuldür. O, içinin sesine uyduğunu söyleyerek bu işlemleri gerçekleştirir. Onun gerçekleştirdiği şey, son tahlilde, taklit edilemez olan yerde düğümlenir. “

9- Mutluluğun öyküsü yazılmaz.

“Romanlarda ve sinema filmlerinde okuyucunun ve seyircinin önüne çıkarılan husus hep sorunlu durumlardır.”

“Eski kültürümüzde bir sohbet geleneği vardı. Sohbet etmeye ehil kişilerin çevresinde sohbet halkaları oluşurdu. Ciltlerce kitaplardan öğrenilemeyecek veya hayata geçirilemeyecek düşünme ve tavır üslupları bu tür sohbetlerde hayatımızın bir parçası haline gelir, insanın tabiatı haline gelir. Böylece sohbet geleneğimiz yeniden canlandırılmalıdır, sohbetsiz olmaz, diyorum.”

10- Başarılı bir eserde özle biçim bir bütün hâline gelmiştir.

“Bana öyle geliyor ki, ilkin öz vardır. İnsan, bu özü, çoğu kez kelimesiz, sözsüz, cümlesiz olarak algılar, bu özün, içinde yoğunlaşmasını, kabarmasını bekler. Sonra bu öz, kendini sözcükler hâlinde dışarıya vurur. Sanatçının gücü, işte bu aşamada kendini gösterir. Herkesin duyduğu, içinde yaşadığı ya da içinde yaşattığı bir olguyu sanatçı ifade eder. Öz, kendine ne denli kendisiyle özdeşleşmiş bir anlatım biçiminde yaklaşırsa, eser, o denli başarılıdır. Eser, bir kez bittikten sonra mesajın iletilmesinde artık dil mi, içerik mi önde gelir konusu, sorun olmaktan çıkar.”

11-Her yazı çevresinde boşluk bırakır.

“Yazının tümünde görünmeyen biçimde üç noktalara yer verilir. İşte oraların nasıl tamamlanacağı okuyucunun ferasetiyle belirlenir. Aslında, bu anlamda içinde boşluk barındırmayan bir yazı çiğ ve yavan durur: okuyucuya hiç düşünme ve hayal kapısı açmadığı için; okuyucu yerine yazarın kendisinin araya girmesine yol verdiği için! Oysa bir yazı, okuyucunun yorum çeşitlemesine imkân tanıdığı ölçüde zenginleşmiş, çoğalmış, süreklilik kazanmış olur.”

12-Elde edilmiş ustalık, sahteliği gizlemeyi başaramaz.

“Eğer yazılan şeyin bir ruhu varsa, o, her halükârda kendini belli eder, ortaya çıkar. Eğer öyle bir ruh yoksa üstünde özenilmiş olsa bile, özenme özenti olarak sırıtır. Dostoyevski’nin çalakalem yazdığı, dahası bazı cümlelerin gramere uymadığı görülür. Ancak onun yazılarındaki ‘ruh’ ortadadır. Bazen öyle bir yazarla karşılaşırsınız ki, düzeltilebilecek bir kelime bulamazsınız; buna rağmen yazı ruhsuzdur, özentidir. Burada, elde edilmiş ustalık sahteliği gizlemeye muktedir olamaz.”

13- Yazılacak öykü zihnimde çok eskilerden itibaren oluşur.

“Bazen, arkadaşların belirli bir olay karşısında ‘işte sana bir olay, yaz bunu, ilginç bir hikâye olur’ dedikleri oluyor. Gülümsüyorum. Çünkü dedikleri olayla, o anda, benim hiçbir ruhi alışverişim olmamıştır. O dedikleri olay ancak kendilerini harekete geçirmiştir. Evet, ilkin insanın yüreğini kıpırdatan bir dış dürtü oluyor… Bir hava doğuruyor bu sizde. Sonra bunu geliştiriyor, takviye ediyorsunuz, notlar alıyorsunuz. Kimi zaman hiç kullanmayacağınız notlar… Kafanızda somutlaşıyor hikâye. Yazılacak hikâye çok eskilerden beri oluşuyor zihnimde.”

14- Bir yazar kusurlarıyla büyüktür.

“Bunu, Balzac ve Dostoyevski örnekleriyle anlatayım. Balzac’ın yazdığı romanlar, belirli bir roman tanımına daha uygun düşen eserlerdir. Hemen hemen kusursuzdur. Dostoyevski’ninkiler ise roman tekniği bakımından olsun, üslup bakımından olsun kusurludur. Fakat Dostoyevski’nin romanları daha büyük. Adamın söyleyeceği şeylerin bitmeyeceğini hissediyorsun. Dostoyevski’nin büyüklüğü, anlattığı şeylere olağanüstü nüfuz etmesinden ileri geliyor. Sanatta ‘yansıtma’ diye bir kuramdan bahsedilir. Balzac, bildiğimiz deyimiyle, bu açıdan belki bir ‘ayna’ dır. Sanatta ‘röntgen’ diye bir kuram olsaydı, Balzac’ı aynaya benzetirken, Dostoyevski’yi de röntgene benzetebilirdik.”

15- Büyük olay küçük olay yoktur, büyük yazar, küçük yazar vardır.

“Anlatmasını bilmeyen kimsenin elinde herkesin olağanüstü saydığı olaylar bile birdenbire pespayeleşir. Sait Faik öykücülüğü bu hususta iyi bir örnektir. Anlattığı öykülerin anlatacak nesi var diye sorulabilir. Ama o anlatınca dinlemek zorunda kalıyorsunuz. Başkalarının elinde, Sait Faik’in anlattığı şeylerin ne kadar yavanlaşabileceğini de görmedik mi?”

*Necip Tosun’un YAZMA DERSLERİ kitabından faydalanılmıştır.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.