KAPAK – Bu Ümmetin Dervişliği Cihadla Kaimdir/Dr. Yunus Keleş

KAPAK – Bu Ümmetin Dervişliği Cihadla Kaimdir/Dr. Yunus Keleş

Tebük seferi dönüşünde “küçük cihattan büyük cihada dönüşe” dikkat çekilmesi derin bir nazarla incelendiğinde ashabdan birisinin köşeye, uzlete çekilme talebine karşı Peygamber Efendimiz aleyhissalatu vesselam’ın: “Ümmetimin uzleti ve ruhbanlığı cihattır.” (Ebu Davud, (Nehy anis-siyaha, Müsned-i Ahmed, Beyhaki, şuabu’liman, cihad, Taberani, Mucemu’l-kebir) beyanı şerh edilmek durumundadır.

Zira burada cihad, gayret ve insanlara faydalı olma yolunun asıl iltizam edilmesi gereken bir yol olduğu beyan edilmiştir. Tebük seferine zaten nefislerine karşı yaptıkları mücadele sonucu katıldığına şahit olduğumuz ashabın sefer dönüşünde neden tekrar cihadla uyarıldığı iyi düşünüldüğünde büyüğüyle küçüğüyle her türlü cihadın iç içe olduğunu, biriyle meşgul olmanın diğerini ihmal sebebi kılmaması gerektiğini ihtar için olduğunu rahatlıkla anlayabiliriz.

Nitekim Furkan suresi 52. ayette küffara boyun eğilmemesi, onların hevasına tabi olunmaması için yapılması gereken cihad da büyük cihad olarak vasfedilmiştir. Bu yüzden bazı yorumlarda “zaten nefslerini alt edip sefere katılan kimseler neden tekrar nefsle mücadeleye çağrılıyor ki?” sorusuna cevap ararlarken nefsler tezkiye edilmiş de olsa insan tabiatını oluşturan unsurlar sebebiyle çeşitli aykırılıkların, ihtilafların, çekişmelerin görülmesinin mümkün olduğuna dikkat çekilmiştir.

Halbuki tezkiye ile gazap, şehvet, hırs ve tamah dizginlendiği halde bu nasıl olur diye düşünüldüğünde daha uygun işi terk, azameti bırakmak, tahammülde zorlanmak, kendi görüşünü savunmada taassup gibi hususlar tezkiye edilen nefslerde de cihadın devamını gerektirmektedir. Kaldı ki tezkiyeden sonra da istikamet üzere kalma, ayakların kayma tehlikesi gibi sebepler zaten cihadın devamlılığını gerektirmektedir.

Nefs-i emmare şahıslarda olduğu gibi bu emmare nefislerin oluşturduğu küfür ve fısk toplumlarının dayattığı hayat tarzı da emmare boyasıyla boyandığından emmare bir sistem olarak da düşünülebilir. İşte ferdiyle ve toplum nizamıyla emmare nefsler, makam ve riyaset sevgisi üzerine yaratılmıştır. Onun tabiatı kimseye tabi olmamaktır. İster ki herkes kendisine uysun, onu kabul ve tasdik etsin ama o hiç kimseye uymasın. Latif bir cevher olan nefs, hem şer ve kötülüklere mahal hem de terbiye ile itminana ererek hayırlara taşıyan bir binek olma potansiyelindedir. Bu nedenle nefsin murakabe ile otokontrol altına alınması şarttır.

“Allah’ın delalet ettiği hidayet ve istikamet üzere olmaksızın hevasına tabi olandan daha sapkın kim vardır?” (Kasas, 50) buyrulduğu üzere nice hayırlı işler yapanlar var ki bu işler, onların helakına sebep olmuştur. Bunun sebebi bu işlerle gösteriş, övünme, makam, mansıp ve menfaat devşirme peşinde olmalarıdır. Her insana vacip olan itikadının tashihi ile iç dünyasını tezkiye etmesi, iradesini istikamete rapt etmesi, niyetini sadık kılması, himmetini kontrol ederek yönlendirmesi ve Cenab-ı Hakk’ın razı gelmediği, sevmediği ve hoş görmediği hususlarda kalbini tasfiye etmesidir. Şer-i Şerif’in her emri, ilahi nizamın her yasası aslında nefisle cihad için getirilmiştir. Her bir hüküm, nefsin hevasını kırmak, onun zulmani âdetlerini def etmek için vardır hatta fuzuli işleri terk dahi böyledir.

“Günahın zahirini de batınını da terk edin.” (Enam, 120) ayet-i kerimesini düşündüğümüzde nefsin hevasının kişiyi zillete, perişanlığa, ahmaklığa, karaktersizliğe götürdüğünü; mürrüvvet ve şahsiyetini zedelediğini, dini açıdan kişiyi fitne ve bunalıma ittiğini anlayabiliriz. Yine nefse karşı gevşeklikle “Benden iyisi mi var, filandan da mı kötüyüm? Bana bir şey olmaz!” vehmi, kalpteki rahmet pınarlarını kurutup katılık ve kasvet kaynaklarını akıtır. Hevanın getirdiği hırs, tamah ve dünya sevgisi ahiret yoluna mani olur. O yüzden demişlerdir ki ahiret adamının bile kalbinden en son çıkan riyaset ve kibir sevdasıdır, bundan da kurtulan azdır (Haris el-Muhasibi, Adabü’n-nefs).

Neticede nefs, kapalı bir kutudur. İmtihan edilmeden olaylarla yüzleşmeden onun hali bilinmez. Terbiye edilmeyen, tezkiye yapılmayan nefs, her şer ve kötülüğün teşnesidir. Bu nefs, kimsenin hükmü altına girmek istemez. Cenab-ı Hak’la ortaklık davası güder, hatta ona da razı olmaz, Cenab-ı Hakk’a ve O’nun hükmüne karşı tahakküm kurmak, Allah’a akıl vermek küstahlık ve ukalalığına heves eder. Allah’ın peygamber ve kitaplarla gönderdiği şeriatı ikame etmesinden maksadı işte bu küstah, ukala nefsi aciz bırakıp onun dizginlemesini temin içindir. Bu nedenle şer’i bir emri yerine getirmek veya bir yasaktan kaçınmak bin yıllık riyazet, uzlet ve halden efdaldir.

Nitekim İmam Rabbani’nin dediği gibi nefsi dizginlemede Hind fakirleri ve nirvana müritleri riyaset ve mücadelede kusur etmedikleri halde Allah’ın Resulüne tabi olmadıklarından nefislerini kontrol altına alsalar da ellerine yorulmaktan başka bir şey geçmemiştir. Bunun gibi şer-i şerife uygun halis bir niyetle verilen bir liralık zekat, halisane olmayan, şer’i bir maksat gütmeden dağıtılan milyonlarca liradan efdaldir. Çünkü birinde Allah’ın hükmüne inkıyad, diğerinde ise nefsani arzu ve beklentilere itimat vardır. Yine üsve-i hasene olan Allah Resulü’nün genel ahlakına ittiba maksadıyla basit bir nezaket ya da ahlaki davranış, batıcı, seküler, hümanist görüş ve felsefelerle yoğrulmuş binlerce ruhsuz, bereketsiz görgü kurallarından efdaldir.

Zamanımızda ne büyük bir musibet ne dehşetli bir hüzün ki ümmete zillet bulutları çökmüş, İslam’a aykırı fikir, düşünce, kültür ve hayat tarzları galebe çalmış ve itibar görmüştür. Hak nuruna batıl perdesi çekildiğinden O nur, uzak kalmış görünmez olmuştur. Bu durumda en büyük ve faziletli iş, İslam’a destek olmak, Allah’ın dinine yardım etmektir. Ekonomi, siyaset, kültür, teknik, bilim gibi her alanda İslam’ın boyasını revaçta kılmaktır.

Hayatın bütün yönünü tevhidi bakış ve yorumla yeniden yazmak ve sergilemektir. Sahih olmayan istikamete götürmeyen modernist, tarihselci, diyalogcu, hümanist, hakla batılı mezcetmeye çalışan benzeri batıni yorumlar ve bozuk fikirler her köşede revaç bulmaktadır, cirit atmaktadır. Sahih dini anlayışa karşı bu fitneleri atan ve çağrısını yapan kötü alim ve entelektüel havalı aydınlanmışlar(!), İslam tarihi boyunca her sapmanın motor gücü olmuşlar, sahih ana çizgiden sapan her yolun başını o kötü zümre tutmuştur.

“Her kim bir cemaatin artmasına sebep olursa o onlardandır.” Manasınca Allah’ın Peygamberine talimle çizdiği istikamet yoluna mı yoksa, “Benim belirlediğim bu istikamete tabi olun, onun dışındaki dalalet yollarına sapmayın ki bu istikameti kaybedip yolu şaşırmayasınız “(En’am, 153) ayetinin işaret ettiği yollara mı destek oluyoruz ona dikkat etmelidir.

Zamanımızda deccaliyete teşne emmare nefislerin dünyaya barış, huzur, demokrasi, çağdaşlık adıyla nasıl Adem aleyisselamdan bu zamana kadar gelen tüm eşkıyaya parmak ısırtan bir zulmü ve taşkınlığı reva gördüğü aşikardır. Çağımız yalanlar çağıdır. Önceki dönemlerde bir tane olan firavunlar bu dönemde aynı anda her köşe başını tutmuştur. “Firavun kavmini psikolojik olarak ezip, sindirip itaatlerini sağladığı gibi bu çağın firavunları da süslü, sahte ve yalan beyanlarla toplumları sindirip pısırıklaştırmaktadır. Bunun kolay olmasının sebebi ayet-i kerimede de belirtildiği üzere (Zuhruf, 54) o toplumun fasık olması yani nefs-i emmare seviyesini aşamamış olmasıyla ilgilidir. Böylece kolayca sisteme entegre olmaktadır.

Zamanımızda zahiri ve batıni küfür hükmünü her alanda icra etmekte, pervasızca insanlığı dalalet karanlığına çağırmaktadır. Medya, sanat, sinema, spor, ekonomi, endüstri gibi her alanda küfür aktörleri aleni olarak karanlıklarını akıtmakta, kendini benimsetme yarışına girmektedir. İslam ehli ise, aciz durumda olup şer-i şerifin enfüs ve afakta hakimiyeti hususunda zaaf içinde kınamalarla bocalayıp durmaktadır. Ashab-ı kehf’in amelinin makbul olması onların şerefli bir mevki elde etmesi, küfürden kaçmaları ve küfrün hakimiyetini reddetmeleri sebebiyle değil midir!

Bu zamanda İslam’ın tervici, ümmetin her alanda ikbal ve izzetini kazanması için teyidi en büyük farzdır (Mektubat I -65 ve 81. mektup). Bunun alameti ise, küfre/batıla hizmet eden fikir, felsefe, kültür ve akımlara karşı çıkmak, onları boşa düşüren her tür kültür, sanat, ilim ve teknik gelişmeyi sağlamaktır. Küfür ehli İslam beldelerinde sadece hayat tarzlarının icrası ile yetinmiyor, İslam’ın tüm hayat nizamını, alamet ve kültürünün izlerini kökünden sökme yarışına da giriyorken sadece anlatmakla, konferanslarla netice alınmayacağı artık anlaşılmalı, çığır açıcı, dönüştürücü bir üretim mekanizması kurulmalıdır.

İki cihan saadetinin anahtarı İslam’ın kültürden irfana her cihetten tatbiki ve şiarının her köşeye mührünü ve boyasını vurdurmakla mümkündür. Seküler, modernist, batıcı hayat tarzları İslam’a aykırı olduğundan İslam’ın yerleşmesi bunların reddiyle mümkündür. İslam ve küfür birbirine kıyamete kadar değil, kıyamette bile zıttır. Batıla revaç vermek, Hakkı iptal etmektir. Birine izzet vermek, diğerine zillet elbisesi geçirmektir. “Küfür ve nifak ehline karşı cihad et! Onlara karşı gevşek, tavizci bir tutum sergileme! Şahsiyetle, izzetle onlara karşı dur.” (91/73) ayetinin manasına kulak vermelidir. Bırakın küfür ehlinin kültürünü, felsefesini, şiarlarını almayı, onlarla meşru bir iş birliği ihtiyacında olunsa bile onların küfür ve batıllarını taltif edici bir görüntü vermek tasvip edilmemiş, İslam’ın izzetinden taviz vermeden iş yapılması istenmiştir. Durum böyleyken bir de küfür ehliyle karışıp hemdem olarak İslam’ın ilkelerini dışlayan bir hayat tarzını benimsemek sonuçta İslam’dan mahrum olarak bu dünyadan gitme sebebi olacaktır (İmam Rabbani, Mektubat I, 163. mektup).

Hem zahirde hem batında Allah Teala’nın nizamını hakim kılmak için mücadele vermeyen toplum ve şahısların meselesi farzı terk etmenin ötesinde imanı kaybetme tehlikesini ihtar edicidir (Allah muhafaza). İslam’ın ikamesinin alameti insan olması cihetinden değil ama küfrün hamisi ve destekçisi olmaları cihetinden küfür ehline buğz edip onları zelil görmektir. Durum böyle olunca hayatın her alanında küfrün boyasını ve şiarlarını dayatan, onlara mecbur ve mahkum kılan bağlardan kurtulmak en büyük farz olmanın ötesinde iman selamet için de zorunludur. Neredeyse bu ahirete imanla göçme şartı olmuştur, Allahu alem.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.