31 Mart Vakası Ve Günümüze Yansımaları

31 Mart Vakası Ve Günümüze Yansımaları

Osmanlı döneminde askerler pek çok kez isyan ederek, eski bir geleneğimiz olan darbeler ve müdahaleler ile yönetime el koymuşlardır. Sonucunda pek çok defa Osmanlı devleti hükümdarlarını yitirmiştir. 
Osmanlı isyanları ve darbelerin tarihi Fatih Sultan Mehmet’in hükümdarlığının ilk dönemindeki 1446 Bucaktepe isyanı ile başlar ve 1913’teki Bab-i Ali baskınıyla sona erer. Neredeyse Fatih Sultan Mehmet’ten başlayarak isyanla yüzleşmeyen Osmanlı padişahı yok gibidir. 36 Osmanlı padişahından 12 tanesinin isyan ve darbe ile tahtını kaybettiği göz önüne alındığında durum daha iyi anlaşılır.
Osmanlı Devleti zamanında yapılan bu darbeler, rejimi dönüştürme amacında olmamıştır. Daha çok kendi yerlerini sağlamlaştırma yönünde olmuştur. Rejime yönelik değişiklikler bizde cumhuriyet ile başlamıştır; özellikle çok partili siyasete geçildiğinde.
Bu sebeple geçmişi bir “hatıra kartpostalı” gibi değil de bir “kıssadan hisse” gibi okumak en doğru olanıdır. Tarihi boş sözlerle yâd etmeyi bırakıp anlama ve öğrenme çabası içine girmezsek, bize sunulanlarla yetinirsek, önümüze konanların doğruluğundan şüphe etmez, bağlantıları anlamaya çalışmazsak şu an içinde bulunduğumuz bilgi kirliliğinden ve rahatça yönlendirilmekten kaçmamız mümkün olmayacaktır. Osmanlı devleti yıkıldı. Türkiye Cumhuriyeti kuruldu derken biri tamamen ve tüm izleriyle ortadan kalktı ve sonra diğeri tamamen beyaz bir sayfada başladı demek de zordur. Tarihin akışıyla birlikte bugün tartışılan birçok olgunun geçmişi de eskidir. 
Konumuz olan 31 Mart olayını ele almadan önce belli bir klişeye mahkûm ve yanlış aktarılmaktan malul bir tarihi gerçeklikle karşı karşıyayız. Bu yanlış aktarma aslında olayı da bir bakıma adi bir vakaya indirgemiş oluyor. 31 Mart olayına gelince;
Meşrutiyetçi hareketin en güçlü kanadı olan İttihat ve Terakki Cemiyetinin iktidarı tam olarak ele geçiremeyerek dolaylı bir denetim kurması siyasi istikrarsızlığa yol açmış, halk arasında da yaygın çalkantılar doğmuştur. Bu koşullar bütün muhalefet gruplarının kısa sürede İttihat ve Terakkiye karşı birleşmelerine zemin hazırlamasına sebep olmuştur. Tarihimize 31 Mart vakası diye geçen bu olay, Rumi takvimle 31 mart 1925, bugünkü takvim ile 13 nisan 1909 tarihine tekabül eder. Tarihler bu olayın kendi zulümlerini örtmek isteyen ittifakçıların hem Sultan 2. Abdülhamit’i tahtından uzaklaştırmak, hem de İttihat ve Terakkinin Almanya’dan yana olan Selanik yaranın kuvvetini yıkmak gayesiyle İngilizlerin meşhur İntelligence Seruce (İngiliz gizli servisi) ajanlarınca düzeltilip, ustalıkla samimi müslümanlara atılsın diye bir kısım dini sloganlar atılmış ve “şeriat elden gidiyor” diye dine ve dindarlara tuzak hazırlanmıştır. Bu oyunun başrolündeki Derviş Vahdet adlı birisinin bir kısım askerle bazı gafil medrese öğrencilerini 31 Mart sabahının alacakaranlığında sokağa dökmüş ve o gün başlayan anarşi çeşitli tezahürlerle 11 gün devam etmiştir. Gördüğü medrese tahsiline ve hıfzettiği Kuran’ı Kerim’e ihanet edip, buna rağmen şeriat diye bağıra bağıra ayaklandırıp, Devlet-i Aliye’nin batışını hızlandıran olaylardan birini tezgâhlayan, hazırlayan, Derviş Vahdet adlı hain, bu hareketinde muvaffak olup da 31 Mart’ın parçasını ittifakçıların Almanlardan olan kanadı toplamaya başlayınca, saklanacak yer aramış, yakalanıp Divan-ı Harp huzuruna çıkarıldığında ise ben “deliyim” demekten de utanmamıştır. İttifakçıların kendilerini tertipledikleri, planladıkları bu olayı dindarların mürteciler diye suçlayarak dindarlara yıkmışlar ve maalesef kendileri gibi düşünen tarihçileri de kullanarak bu olayı en büyük irtica olayı olarak takdim etmekten de utanmamışlardır. Böyle bir planı fiiliyata dökmek için hem yeterli sebepler vardı, hem de memleketin bazı halleri böyle bir fitne için alevlendirici özellik arz ediyordu. 31 Mart olayının çıkmasında etkili olan olaylar ise;

İttihat ve Terakki partisinin iktidarı yeterince ele geçirememesi, 
Ahrar partisinin meşrutiyet karşıtı çalışmaları, 
Volkan Gazetesi ve İttihat-ı Muhammedi derneğinin meşrutiyet karşıtı çalışmaları,
Halkın meşrutiyete ve gayri müslimlere olan eşitliğe sıcak bakmamaları, 
5-  Ordudan atılan meşrutiyet karşıtı subayların kışkırtması, 6- Bulgaristan’ın 5 Ekim 1908’de bağımsızlığını ilan etmesi, 
7- 6 Ekim 1908’de Avustralya’nın Bosna Hersek’i işgali gibi zahiri sebeplerinin yanında asıl önemli olan ittihatçıların yaptıkları zulüm ve istibdattı. Tam bir zorba kesilmişlerdi. Muhaliflerini sokaklarda öldürecek kadar azıtmışlardı. Mesela Hasan Fehmi Bey İstanbul caddelerinde açıkça öldürüldü. Faili meçhul cinayetlerin artması milleti tedirgin ediyordu. Devlete daha çok hâkim olmaya çalışan ittihatçılar, yabancı devletler tarafından Abdülmecit’e karşı bir şeyler yapmaya zorlanıyorlardı. Onlar için tek hedef, gölgesinden dahi korktukları Sultan Abdülhamit idi. Ayrıca asker siyasete karışmıştı. Aldığı askeri ve dini terbiyeye aykırı işler yapmaya başlamıştı. Hürriyet adı altında her türlü ahlaksızlık serbest hale gelmişti. Bütün bu sebeplerin bulunduğu bir ortamda 12 Nisanı 13 Nisana bağlayan Taksim Kışlasındaki avcı taburuna bağlı askerler subaylarına karşı ayaklanarak kendilerine önderlik eden din adamlarının peşinde Heyet-i Mebusanın önünde toplandılar ve ülkenin şeriata göre yönetilmesini istediler. Hüseyin Hilmi Paşa hükümeti ayaklanmacılarla uzlaşma yolunu seçti. Ve hükümet üyeleri tek tek istifa etti. Ayaklanma Heyeti Mebusan üzerinde etkili oldu. O gün İttihat ve Terakki üyesi mebuslar, can güvenlikleri olmadıkları için meclise gitmediler. Bazıları İstanbul’dan uzaklaşırken bazıları da kent içinde gizlendi. Bu arada ayaklanmacılar ittihatçı subaylarla mebuslar bulundukları yerde öldürülüyorlardı. Hükümetin ve meclisin etkisiz kalmayışıyla 2. Abdülhamit duruma hemen egemen oldu. Ayaklanmayı başlatan muhalefet ise herhangi bir programdan yoksun olduğundan önderliği elde edemedi. İstanbul’da denetimi elinden kaçıran İttihat ve Terakki, asıl güç merkezi olan Selanik’teki üçüncü orduyu harekete geçirdi. Böylece ayaklanmayı başlatmak üzere “Hareket Ordusu” kuruldu. Bu kuvvet hakkında İsmail Hami Danişment der ki: “Rumeli’nin muhtelif yerlerinden parça parça yola çıkarılan bu itibarı ordu, kozmopolit bir kütleden başka bir şey değildir.” Yılmaz Öztuna’ya göre ise Hareket Ordusu çok verilen “Kuvvet içinde muntazam birlikler küçük bir azınlıktır. Çoğunluğu sırf Bulgar, Yunan, Makedon, Arnavutluk çeteleri ile sözde gönüllüler teşkil etmektedir. Bu yıllarca Türk kanı dökmüş, yağmacı Makedonya çetelerinin çoğunluk durumu bilhassa calib-i dikkatin dikkatine”
Nitekim İttihat ve Terakki merkezi Ümraniye’sinde yapılan toplantı sonunda “Hareket Ordusu” kumandalığına Mahmut Şevket Paşa, Erkan-ı Harbiyesine de Enver Bey getirilmiştir. Her ikisi de Alman dostudur. Hatta bir iddiaya göre Hareket Ordusunun masrafları Almanlar tarafından karşılanmıştır. Bu hareketin Almancıların bir zaferi olduğu da tescillenmiştir. Ayaklanmacılar 13 Nisan’ı 14 Nisan’a bağlayan gece İstanbul’a girmeye başlayan Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Ayan’ın 27 Nisan 1909’da 2. Abdülhamit’in tahttan indirilmesini yerine küçük kardeşi V. Mehmet Reşat Efendinin geçirilmesini kararlaştırmasıydı. Ayrıca 2. Abdülhamid Han’ın tahttan indirildikten sonra İstanbul’da kalması da sakıncalı bulunarak Selanik’te sürgüne gönderilmesi uygun görüldü. Hatta Abdülhamid Han gelen heyete; “ Bana Çırağan sarayını tahsis etmelerini istiyorum. Ahir ömrümüzü biz de orada ibadetle geçiririz. Başka arzumuz yoktur.” şeklinde bir talepte bulunmuşsa da bu isteği yerine getirilmemiştir. Nihayet apar topar, çoluk çocuk ve bazı eşyalarıyla Fethi Bey (Okyar) kumandasındaki askeri birlikle beraber Selanik’teki Alâtini köşküne götürüldü. Bundan sonra sürgün yılları başladı. Sıkı bir kontrol altına alındı. Gazete okumasına bile müsaade edilmedi. Ailesinden ve hususi kâtiplerinden başka sohbet edecek kimsesi yoktu.
Ayaklanmanın bastırılmasından sonra Divan-ı Harp, 2. Abdülhamid’i yargılamak istediyse de yeni kurulan Hüseyin Hilmi Paşa Hükümeti bunu kabul etmedi. 1912’ye kadar Selanik’te ikamet eden Abdülhamid, 31 Mart hakkındaki düşüncelerini çocuklarına şöyle anlatmıştır:
    “Milletimin başında tecrübeli bir baba gibi bulunmak, böylelikle vatanımın selameti uğruna çalışmak azm-ü kararında idim. Düşmanlarım buna fırsat vermediler. Türlü zorluklar ve iftiralar icat ettiler. Nihayet 31 Mart Vakası meydana çıkarıldı. Ben meşruti bir hükümdarın yapacağını yaptım ve bir hattı aşmadım. Ne ileri ne geri gittim. Lakin beni başka türlü başlarından defedemezlerdi. Ben takdire inanırım bu bize Allah’tandır. Eğer 31 Mart Vakasını ben ihdas etmiş olsaydım bu şekilde yüzüme gözüme bulaştırmazdım. Nasıl yapılacağını pekâlâ bilirdim. Tarih bu hakikati bir gün meydana çıkaracaktır. Bundan dolayı kalbim müsterihtir. Bana bu iftirayı yükleyenleri Allah’a havale ediyorum.”
İttihatçıların en önemli ithamları bu olayı tertip etmekle 2. Abdulhamid’i suçlamaktı. Hâlbuki bu tamamen yalan ve iftiraydı. Bu olayı kendileri tertip etmelerine rağmen, ısrarla bir irtica olayı olduğunu ifade etmeleri, günümüze kadar gelen devlet ile milletin arasını açmak âdetinin çok kötü bir başlangıcı oldu.
1918 yılının şubat ayı, cihan harbi devam ediyordu. Devlet-i Aliyyenin kaderi tamamen belli olmuştu. Beylerbeyi sarayının misafiri sabahleyin abdest alıp namaz kılmış ve yanındakilere, vefat ettiği zaman göğsüne “ahitname” duası konmasını, yüzüne “hırka-ı saadet bezi, üstüne Kâbe örtüsü örtülmesini vasiyet etmişti. Akşama doğru ruhunu teslim etti. (10 Şubat 1918) Sanki onun kaderi ile Osmanlı devletinin kaderi birleşiyordu.
İdaresi boyunca ona karşı çıkanlar bile ittihatçıların idaresini gördükten sonra, kıymetini anlıyor ve ruhundan istimdat istiyorlardı. Ama ne yazık ki onu zamanında iyi keşfetmek gerekiyordu. Rıza Tevfik Sultan Abdülhamid için yazdığı şiirinde bu duruma şöyle tercüman oluyordu;

“Tarihler adını andığı zaman
Sana hak verecek ey koca sultan
Bizdik utanmadan iftira atan
Asrın en siyasi padişahına”

Cenazesi ertesi gün Beylerbeyi Sarayı’ndan Topkapı Sarayı’na naklonulup naşı orada yıkanmış, tabuta konmuş, dedesi 2. Mehmet ile amcası Abdülaziz’in yanlarına defnedilmiştir. Ruhu şâd olsun. 
Kısaca 31 Mart olayı, ittihatçıların planladıkları bir fitneydi. Bazı safdiller de durumdan pasta çıkarmak uğruna ateşe körükle gittiler ve fitne ateşini söndürmek yerine daha da alevlendirdiler. Sonuçta düşmanlar kar etti, devlet millet ve din zarar etti.
Tarihçiler de bu olayın, kendi zulümlerini örtmek isteyen ittihatçıların, 2. Abdulhamid’in tahttan indirilmesini temin etmek için İngilizlerin gizli servisinin yardımı ile ve onların aleti olarak tertipledikleri bir hadise olduğunda hemfikirdirler. 
Bu olaylar, iktidardakilere muhalefetlerin ve onların da perde gerisindeki destekçilerinin giriştiği bir güç kavgasının yansımasıdır. Bugünküne benzer yanına gelince, bire bir aynı veya çok benziyordan da ziyade, benzer yönler var’ın bir ifadesi olarak benzer bir nitelik olarak güç odaklarının çatışmasını sayabiliriz. Farklı bir nokta olarak da bir rol değişimi olduğu da muhakkaktır. Eskiyen aktörler yenileriyle değişmek zorunda. O dönemde İttihat ve Terakkinin alancılığı ve İngiltere tarafından desteklenen bir muhalefet söz konusu iken, bugün için Atlantik ötesinde yakın duranlara Avrasyacılık peşinde koşanların güç kavgası yaşanıyor demek de yanlış olmaz. Alternatif arayışların neticesinde olur olmaz dış kaynaklı müdahalelere maruz kalmak herhalde kaderimiz olsa gerek. Tarihe göz gezdirip bugüne baktığımızda “temiz eller” operasyonuyla değil de bir tasfiye ve yenisini ikame etme haliyle karşılaşıyoruz.
Türkiye’de ne zaman tabandan gelen seslere cevap verilse; bunun ardından siyasi buhranlar yaşanır. Bu buhranların darbeyle aşılması sadece askerlerin benimsediği yol değildir. Sivil, egemen ideolojisinin devamından yana olan bir kesim de askeri bu yola adeta davet etmekten çekinmemişlerdir. Hatta darbeden sonra kurulan hükümetlerde görev almak gerekli yasaların çıkartılmasında ve anayasayı da hazırlamaktan geri kalmamışlardır.
Türkiye’de ordu çok partili siyasi hayata geçildikten sonra Türk siyasi rejimine 4 kez müdahale edilmiştir. 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 müdahalelerinde yönetimi tamamen kendi ellerine almışlardır. Yani koruma görevini yerine getirmiştir. 12 Mart 1971 ve 28 Şubat 1997 müdahalelerinde ise iktidarı fiilen ele almayıp kollama (yönlendirme) işleviyle yetinilmiştir.
Darbeler siyasi sistemin sorgulanmasını engellemek için halka rağmen ve halka karşı yapılmaktadır. Darbeler cumhuriyetinde hükümet olunur, ancak iktidar (muktedir) olunmaz ilkesi her zaman için geçerlidir.
Bunun yanında dünyanın birçok ülkesinde darbe ile isimleri anılan kadrolar, sivil hayata döndüklerinde kendilerinden hesap soran mekanizmalara muhatap olurken; halen bu ülkede bu baskıların ve yasakların müsebbibi olan darbeci gruplar; sistemin yasal koruması altında korunuyorlar, aklanıyorlar. Bu ülkede bu utanç verici durumlar devam ettiği sürece birçok kanlı darbe planları sıradan bir tatbikat olarak görülecek ve ülke daha birçok Danıştay baskınları, kafes planları, kozmik odalar ve faili meçhul cinayetler içinde kaybolmaya mahkûm olacaktır. 
Sonuç olarak tüm bu olayları tertipleyen, tezgâhlayan bu girişimcilerin soruşturulmadan müsebbipleri yargılanıp cezalandırılmadan ve bu olayların mağdurlarına hakları ve itibarları iade edilmeden bu defter kapanmayacak, hastalık iyice kronikleşecek tedavisi ve telafisi de daha da zorlaşacaktır.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.