Eylül 2016 M. Fehmi REYHAN A- A+
A- A+

Öncesi ve Sonrasıyla 12 Eylül 1980 Darbesi

Tarih 11 Eylül 1980. Perşembe akşamı sonrası köyümüzdeki evde bizi ziyaret eden gönül dostları ile sohbet ediyoruz. Bir hayırlı olsun ziyareti. Ülke kaynıyor. Sağ-sol, ülkücü-komünist kavgası gittikçe artıyor. Gençlerin cansız bedenleri yerlere düşüyor. Suikastlar hız kazanıyor. Sendikacı, düşünür, gazeteci, devlet adamı, dernek başkanı vs. faili meçhul cinayetlerle yok ediliyor. Büyük şehirlerde kurtarılmış bölgeler, kasabalar, mahalleler... Buralara girilirken kimlik soruluyor. Girenler karşı görüştense darp ediliyor, öldürülüyor. Evlerin yola bakan pencerelerinde oturmak tehlikeli. Her an taranabilirsiniz.

Çocuklarını üniversiteye gönderemeyen insanımız… Gelecekle ilgili umutlarını yitirmiş bir millet…

Yönetimde iki aktör ağır basıyor: Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit. Biri sağı (milliyetçileri), biri solu (sosyalistleri) koruyor, kolluyor. “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz.” diyen Demirel ve solun dışını “faşist” olarak niteleyen ve tüm olayları sağcılara yıkan Ecevit başbakanlık yapıyor.

Halk genel anlamda ikiye (sağcı-solcu) özel anlamda birçok parçalara ayrılmış durumdadır (Alevi-Sünni, Türk-Kürt, Dinci-Laik). Bu parçalanmışlık, büyük partilerin, bürokratların, iş dünyasının, dış dünyanın yani “zinde güçlerin” hoşuna gitmektedir. Politikacısı partisini, oyunu; bürokrat, makamını; iş dünyası kârını; dış dünya da ekonomik, siyasal çıkarlarını düşünmektedir. Böyle olunca da belirtilen kesimler, milletin bölünmezliğini bırak halkı yok etmeyi, ateşi körüklemeyi tercih ediyorlardı.

Millet birbirine, köy, kasaba, mahalleler birbirine düşman olmuş ve gencecik fidanlar “ülkücü, İslamcı, devrimci şehit” olarak toprağa seriliyordu. Ekonomi iflas etmiş, hiçbir malın fiyatı iki gün aynı olmuyordu. Zam kabullenilmiş bir sömürü aracıydı. Çünkü enflasyon %100’lere ulaşmış, döviz fırlamıştı. Üretim yok, tüketim için para yok. Devlet bir feniğe muhtaç bir hale getirilmişti. Ülke bilmem kaçıncı turda cumhurbaşkanı seçemiyordu. Siyaset tıkanmış, ekonomi iflas etmiş, millet bölünmüş, devlet sahipsiz kalmış, milletin can güvenliği yok, her alanda hâkim olan anlayış: ANARŞİ

Böyle bir günde büyüklerimizle siyasi ve dini değerlendirmeler yaptık, misafirlerimizi uğurladık. Sabah abim geldi, “darbe olmuş duydunuz mu?” dedi. Sokağa çıkma yasağı koymuşlar. Televizyon yok. Radyodan haber almaya çalışıyoruz. Sonra orgeneral Kenan Evren’in duya duya ezberlediğimiz “TSK yönetime el koymuştur.” sözünün ardından gerekçeleri açıklayan darbe bildirisi ile olay anlaşıldı.
Darbe (ihtilal) yapanlar -kısa vadede- başarılı olursa kahraman ilan edilirken; devrilenler de hain olur ve bunların kanıtlanması yoluna gidilir. Özellikle medya kullanılarak algı operasyonlarına girişilir. İftiralar, yalanlar gırla gider, hiçbir darbeci sözü ya da davranışı yargılanmaz. Kesin doğrudur, aksi takdirde hainlerle beraber olursun ve sende yargılanırsın.

12 Eylül Cuma (Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gece darbe olmuştur.) sabahı hemen hemen kayda değer hiçbir şey, karşı koyuş olmadan TSK komuta konseyi yönetime el koymuş, milletin oylarıyla mecliste olan genel başkanlar dâhil herkes derdest edilmiştir. Taban da buna rıza gösterdi, hiçbir karşı koyuş olmadı.

İhtilalin yani darbenin halk tarafından kabulü için olgunlaşması beklenir. Yani darbeye uygun ortam oluşması beklenir, hatta tetiklenir. Tertipler yapılır. 12 Eylül’de de böyle olmuştur. 12 Eylül öncesi neler yaşatıldı bu millete, bu ülkeye bir bakalım.

1- Cumhurbaşkanının meclis tarafından onlarca tura rağmen seçilememesi.

2- Kurtarılmış bölgeler ve her gün (Sağ-Sol, Alevi-Sünni, İslamcı, Türk-Kürt...) onlarca insanın öldürülmesi.

3- Devlet kurumlarında, özellikle yüksek okul ve fakültelerde devlet hâkimiyetinin yok olması, belli grupların hâkimiyeti. ODTÜ, Hacettepe, İÜ sol; Erzurum Atatürk Ü. sağ grubun hâkimiyetindeydi. Fakülteler de öyleydi. Şahsıma kesin kayıt esnasında kuyrukta 9 ışık sorulmuştu. Yine ODTÜ Amme İdaresi Enstitüsü’ne kayda giderken cebimdeki “Yeni Devir” gazetesini oraya götürmemem gerektiğini bir amca durakta hatırlattı. “Seni döverler, öldürürler ” dedi.

4- Can, mal, iş, seyahat, eğitim... güvenliği yoktu.

5- Birçok yerde sıkıyönetim vardı.

6- Ekonomi berbattı. Enflasyon çok yüksek, sık sık yapılan devalüasyon (TL’nin değerinin düşürülmesi) zamları körüklüyor, dışa bağımlı ülkede çoğu mallar her gün zamlanıyordu. Temel gıda maddeleri fahiş fiyata rağmen piyasada yoktu. Bu da stokçuluğu, karaborsacılığı, fırsatçılığı çoğaltıyordu. Şeker, tüpgaz, yağ, çay hatta sigara tezgâh altlarında satılıyordu. Şahsen 12’lik boş tüpü omzuma alarak satıcıları dolaştığımı hatırlıyorum. Bu da kuyruklara sebep olmuştu. Tekelden bir paket sigara için bir saat bekleme göze alınırdı.

7- Devlet çarkı dönmüyordu. Devlet iflas etmiş ve bir sent’e muhtaç hale gelmişti. Batı’dan para dilenen bir Türkiye vardı. İflas etmiş kişinin anlayışıyla borç riski, borç alınan ülke, faizin oranı hiç önemli değil, yeter ki borç alalım düşüncesiyle Lüksemburg’dan bile borç alındı.

8- Devlet çarkı bürokraside durmuştu. İşler yürümüyordu. “Bugün git, yarın gel” mantığını içselleştirmiş bir memur ve kabullenmiş vatandaş vardı. Bu da torpili, rüşveti, adam kayırmayı normalleştirmişti. Mesela polis demek rüşvet demekti. Ben ehliyet alırken üçüncü girişimde trafik polisinin “hiç mi yok?” demesi, şoförler odasını ziyaret etmemi istemesi, o dönemin bir devamıydı.

9- Siyaset kurumu güvenirliğini yitirmiş ve herkes vekillerin maaşından, yiyip içtiğinden bahsediyordu. Ama TSK tam güvenilir bir kurumdu. Onlar hiç yanlış yapmaz, adam kayırmaz, yalan söylemez, rüşvet, yolsuzluk içinde olmazdı. Bu propaganda askerin işini kolaylaştırıyordu.

10- Millet kendine olan “özgüvenini” yitirmişti. Bizden bir şey olmaz. Bizden adam olmaz. Biz yalancı, tembel, işe yaramaz, rüşvetçi, hak yiyen… bir toplumduk. Ama Batı öyle miydi?

11- Ha bir de her darbenin gerekçesi “irtica tehlikesi” vardı. “İrtica aspirin gibiydi.” Her derde deva idi ve kimse de “mürteci” damgasını yemek istemezdi. Cumhuriyet sonrası her devrim öncesi olduğu gibi her darbe öncesinde de Müslümanlar ve İslam -hâşâ- öcü olarak lanse edilir, korkunç görüntülerle algı oluşturulurdu.

Nitekim İstiklal Marşı’na ve onun anlamına en fazla bağlı olan kesim Milli Selamet Partisi mensupları 6 Eylül 1980 “Kudüs Mitingi”nde İstiklal Marşı okunurken ayağa kalkmadılar diye görüntülü karalamalara muhatap olmuştu. Bu da her kesimi Selamet hareketi ve Müslümanlara tavır almaya zorlamıştı. İhtilalin en önemli dolgu malzemesi de halledilmişti böylece. “Eğer asker gelmezse ya ‘Şeriat’ ya da ‘komünizm’ gelir.” Basın halka resimlerle, yorumlarla bunu şırınga ediyordu.

Bu maddeleri uzatabiliriz. Şimdi soru şu: Bütün bu olumsuzluklar yaşanırken asker (TSK) neredeydi? Birçok ilde sıkıyönetim de vardı. Asker ile Demirel arasında uyumsuzluk da yoktu. Niçin anarşi, terör, haksızlık, yoksulluk, sağ-sol ayrımı, kurtarılmış bölgeler, ekonomik durum sıkıyönetime rağmen düzeltilmedi? Çünkü darbe ortamı oluşmalı, darbe kabullenilmeliydi. Yeni kurtarıcılar çağrılmayı bekliyordu. “Denize düşen yılana sarılır.” Hele denize bir düşsün de millet…

Yani “kurtarıcılar” çağrılmalıydı. “Ordu göreve” denilmeliydi. İhtilali kimse “niçin yapıldı?” diye sorgulamamalıydı. “İyi ki geldiniz, ülkeyi kurtardınız” denilmeliydi.

Yani insanlar darbeyi beklemeli, yapılınca kabullenmeliydi. Nitekim öyle de oldu. Siyasetçiler dâhil kimse, darbeye karşı duramadı, direnmedi. Tam tersi askere sarıldı ve iyi ki darbe yaptınız denildi.

Basın darbeyi haklı buldu. Bunu ispatlayan manşetler attı. Köşeler yazarların darbeyi haklı gören yazılarıyla süslendi.

Kimi öldü, kimi yaşıyor. Ama ortak noktaları, tapındıkları demokrasiyi katleden darbeyi benimsemeleri.

Oktay Akbal, Güngör Mengi, Rauf Tamer, Oktay Ekşi, Güneri Civaoğlu, Bekir Coşkun, Cüneyt Arcayürek, Yavuz Donat, Metin Toker gibi nice şahıslar köşelerinde darbenin haklılığını savunan yazılarla okuyucu karşısına çıkıyorlardı.
“Şimdi bir kurtarıcı lazım. Kurtarıcımız zaten hazırdı. 11 Eylül 1980’de ortam tam uygun hale geldi. Darbe ihtiyaç olarak görülmeye başlandı ve 12 Eylül 1980’de darbe yapıldı. Yeni kurtarıcımız da TSK’nın başı orgeneral Kenan Evren! 12 Eylül sabahı anarşi, kavgalar, saldırılar, öldürmeler, bölünmeler, kurtarılmış bölgeler bıçakla kesilmiş gibi bitti. “Bizim çocuklar yönetimde” diyen ABD, şimdi TSK ve yeni kurtarıcıyı alkışlama, yağlama, yalakalık zamanıydı. Basın, iş dünyası üniversiteler… kutlama sırasına girmişti. Demirel bilmem kaçıncı defa şapkasını alıp gitmişti. Yalnız da değildi. Yanında yeni neslin sadece ismini duyduğu ama kendini bilmediği Ecevit, Erbakan, Türkeş de vardı. Sonra daha niceleri bu gidenler kervanına katıldı.

Türkiye’nin siyasette ve ekonomide yeni arayışlara girdiği, ABD ve Batı karşıtlığının özellikle Milli Görüş tarafından ilkeleştirildiği, kabul gördüğü bir zamanda yapıldı 12 Eylül Darbesi. İki koalisyonda da Milli Görüş’ün çok etkili ve başarılı olması, haşhaş ekimi serbestliği, Kıbrıs Harekâtı gibi önemli olayların gerçekleşmesi bağımsız Türkiye’nin habercisi idi. Bu durumda müdahale şarttı. Ancak darbeyi meşrulaştıracak ortam oluşmalıydı. Düğmeye basılınca da “ekonomik, siyasi kriz” oluşturuldu. Bunun yanına anarşi ve irtica da eklenince darbe ortamı olgunlaşmıştı. Evet, “BİZİM ÇOCUKLAR” bağımsız Türkiye anlayışının ve siyasi anlamda yönetime talip olan Müslümanların durdurulması için yönetimi devirmiştir.

Bu dönemde MGK güçlendirildi, yeni meclis dışında üst kurullar (YÖK gibi) oluşturuldu. 28 Şubat’ta da yeni üst kurullar oluşturulmuş ve hükümetin bazı yetkileri bu yetkili ama sorumlu olmayan kurullara verilmiştir. Üst kurulların seçimi meclis dışından olduğu için tehlikeli oluyordu.

12 Eylül’de tüm yurttaki sıkıyönetimle beraber 650 bin kişi gözaltına alındı. 210 bin dava açıldı, bunun 203 bini sonuçlandı. 264 idam davası kesinleşti. Bunların 48’i asıldı (Bu idamları eleştirenlere K. Evren’in verdiği cevap “Asmayıp da besleyelim mi?” şeklindeydi). 1787 kişi işkenceden öldü. 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı. 8 ulusal gazete, 23 bin 667 dernek kapatıldı. Herkes birbirinden kuşkulanır hale geldi. Birbirini ihbar edenler çoğaldı. Uzun süre -bazen 7,8,9 sene- tutuklu kaldıktan sonra suçsuz bulunup bırakılan yüzlerce, memuriyetten atılan binlerce kişi vardı. 1402’likler, 141, 142, 163’ten yargılanan, mahkûm olan aydınlar, sanatçılar, yazarlar… Her kesimden bu üç maddeyle tanışmayan sanatçı, yazar, şair, düşünce adamı, aydın… hemen hemen yoktur. Ta ki Turgut Özal bu maddeleri kaldırana kadar. PKK’nın da kurulup palazlanması bu dönemde olmuştur. Ektiler biçiyorlar ama olan milletin 20’lik delikanlılarına oluyor.

Olumsuzlukları hatırlamamak gerekir. Ruhumuzu karartmadan ibret almak ve olayların içyüzünü bilmek için geçmiş olumsuzluklarının bilinmesi yerinde olur. 12 Eylül Darbe’sinin üzerinden 36 sene geçti. Bazı değişikliklere rağmen halen darbe anayasası yürürlükte. Kurum, kurul, yasa, genelge ve yönetmeliklerinin bir kısmı yürürlükte. Sivil darbe çığırtkanları bitmedi. Bu darbe Atatürkçülük adına herkese ama özellikle de “irtica” yaftasıyla, inanmış kesime yapıldı.

Darbelerde hırsız kadar olmasa da ev sahibinin de suçlu olduğunu, “darbe düzeltir” anlayışının tamamen yıkılması gerektiğini unutmayalım. Darbe ortam ve imkânını yok etmek sivillerin görevidir.

* 1839: Saray ve Batıcı aydınların ısrarı ile Tanzimat’ın ilanı.

* 1856: Saray ve Batıcı aydınların ısrarı ile Islahat Fermanı’nın ilanı.

* 1876: Batıcı aydınların ısrarı ile I.Meşrutiyet’in ilanı, padişah Sultan Abdülaziz’in katli.

* 1908: Batı’nın ve Batıcı aydınların ısrarı ile 31 Mart tertibi ve ayaklanması, II. Meşrutiyet’in ilanı, padişah Sultan II. Abdülhamid’in tahtan indirilmesi.

* 1918: Batı, Batıcı aydınlar ve askerler tarafından Osmanlı’nın bitirilmesi.

* 23 Nisan 1920: bir milletin İstiklali için her şeyini ortaya koyması, KURTULUŞ’unun ilanı.

* 29 Ekim 1923: millete rağmen rejim değişikliği, CUMHURİYET’in ilanı.

* 27 Mayıs 1960: İhtilalin albaylar tarafından millete rağmen yapılması, seçilmiş hükümetin ve meclisin indirilmesi.

* 12 Mart 1971: TSK muhtırası ile seçilmiş hükümetin indirilmesi.

* 12 Eylül 1980: TSK komuta konseyi askeri darbesi ile seçilmiş hükümetin ve meclisin indirilmesi.

* 28 Şubat: Post Modern asker- sivil darbesi ile seçilmiş hükümetin indirilmesi.

* 27 Nisan 2006: Muhtıra ile seçilmiş hükümet indirilmek istenir ama hükümet muhtıraya daha sert bir muhtıra ile cevap verir. “Herkes kendi işine baksın.” diyerek dik durur ve yoluna devam eder.

* 15 Temmuz 2016: Sivil organizeli askerî darbe girişiminin milli irade tarafından önünün kesilmesi.

Dikkat edilirse bütün darbe, muhtıra ve kalkışmaların arkasında aynı kesim (batıcı aydın, asker) vardır. Biz Batı’ya ne kadar taviz verirsek verelim, onlara ne kadar yaklaşırsak yaklaşalım biz onları gözünde düşmanız. “Bütün Kur’an’ları yaksak, bütün camileri yıksak Avrupa’nın gözünde Osmanlı’yız. Osmanlı yani karanlık ve tehlikeli düşman yığını.” diyen Cemil Meriç’i rahmetle anıyorum.

Son iki girişimin engellenmesinde millet ve milletine güvenen, dik duran, eğilmeyen yöneticilerin olduğunu görmekteyiz. Şapkasını bilmem kaçıncı kez alıp giden yöneticiden, gitmeyip “beni buraya millet getirdi, millet götürür” diyen ve milletine güvenen liderleri milletin canı pahasına desteklediği görülmüştür. Onlara “Dik dur eğilme millet seninle” denildi, onlar da halkın sesini dinlediler ve darbeler de inşallah tarihe karıştı.

Yazıya başlamadan yaptığım hazırlıklar esnasında henüz “15 Temmuz” olmamıştı. Yukarıdaki yazının tasarı haline getirilmesi de 15 Temmuz’dan önceydi. Yazının bitirilip dergiye gönderilmesi esnasında hain 15 Temmuz Darbe Girişimi oldu.

NOT: Allah korusun, 15 Temmuz darbe girişimi başarılı olsaydı diğerleriyle mukayese edilemeyecek derecede bir zulüm, işkence, ölüm bu millete layık görülmüştü. Çünkü hiçbir darbede uçak, helikopter, tank, top ve silahlar millete karşı ateşlenmemişti. Çevrilmişti ama ateşlenmemişti. Girişimde bunları yapanlar başarılı olsalardı (Allah korudu) neler yaparlarmış hayal edemiyorum. Allah’a, peygambere, İslam’a, millete ihanet edenlerin üst akıllarını unutmamalıyız. O üst akıllar hiç uyumuyorlar.

Yazımızı paylaşın..

Facebook Twitter Whatsapp’ta Paylaş Google Email Print LinkedIn Pinterest Tumblr